Almanya’da Türk izleri-7

Abone Ol

Almanya’da Türk izleri-6

Esir kamplarından barakalara 

Viyana savaşından sonra ganimet Türkler’i olarak adlandırılan esirler şehirlerin dış mahallelerinde kurulan kamplarda yaşamaya mahkûm ediliyorlardı. Bu ganimet Türkleri sadece Viyana Savaşı’ndan kalanlar değil bu savaşla beraber başlayan geri çekilmeler sırasında esir düşen insanlar Avrupa’nın çeşitli bölgelerine dağıtılıyorlardı. İlerleyen zaman içinde bu insanlardan Hıristiyan olmaları teklif edilerek topluma katılmaları isteniyordu. Esirlerin başka şansı yoktu ve Hıristiyan olarak topluma entegre ve asimile olarak yok oldular. İzlerini takip ettiğimiz günümüze ulaşanlar birkaç mezar taşı, birkaç resim ya da adında Sultan, Ali gibi çağrışımlar yaptıran ama yazılışı Almanca olan ilk bakışta anlaşılmayan hatıralardan başka bir şey değil. Bir toplumun bir başka toplum içinde yaşamasının olumlu bir örneğine Avrupa tarihinde rastlamıyoruz. Bu gün hala Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da başka din ve milliyete sahip olanların ötekiler olmaktan başka bir şansı yoktur. Bu ülkelerin arasında yaklaşım olarak oran farkı olmakla beraber temel itibariyle bir fark yoktur. Avrupa başkentlerinde dolaştığınızda bunu yakından görebilirsiniz.

Ortaçağ Avrupa’sı kendisinden başka inanca sahip bırakın toplumu insanı bile kabul etmezken Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da her dinden, her ırktan topluluklar barış içerisinde beraber yaşama başarısını göstermiştir. Osmanlı İstanbul’unda gayri Müslimlerin oranı %30’lardan %50’lere kadar yükselmiştir. Kırım’dan, Sırbistan’dan, İspanya’dan gelen binlerce Ermeni ve Yahudi Müslümanlar’la yan yana barış içinde inanç ve ibadetinde özgür bir şekilde yaşamaya devam etmiştir. Bu gün İstanbul’da bu renkli tablonun olmamasının müsebbibi yine Avrupalılardır. Fransız devrimiyle beraber milletlerin kafasına soktukları ırkçılık belası yüzünden İstanbul gibi dünyanın her yeri milliyet ve inanç yönünden fakir hale gelmiştir. Birlikte kimliklerin yok olmadığı bir ortamda yaşamanın örneği olarak Osmanlı İstanbul’unun yeniden araştırılmasında fayda vardır.

1945 yılında II. Dünya Savaş’ından mağlup çıkan Almanya’da taş üstünde taş kalmazken 15 yıl içerisinde yurt dışından işçi alacak seviyeye gelmiştir. Bu durum Almanların çalışkanlığının ve azminin bir sonucudur. 1960 yıllarda Almanlar Türkiye’den, Yugoslavya’dan, Yunanistan’dan, İtalya’dan, Polonya’dan göçmen işçiler aldılar. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden binlerce kişi Almanya’da geçici işçi olarak çalışıp para kazanarak ülkelerine dönmek üzere yola çıktılar. Kaderin bir cilvesi olarak yola dönmek üzere çıkanların bir kısmı hiçbir zaman geri gelmemiştir. Onun için yola çıkmak vedalaşmayı gerektirir. Kültürümüzde yola çıkanların durumu şu sözlerle özetlenir. ‘’Gidip de dönmemek, gelip de bulmamak var, hakkınızı helal edin.’’ Nitekim gidenlerin bir kısmı geri dönmediler, dönemediler. Bir kısmının ömrü bir kısmının rızkı buna mani oldu. Almanya’da göçmen Türkiye’de ‘’Almancı’’ oldular. İki arada bir derede kaldılar. Artarak devam eden işçi göçünün üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen hâlâ bu konum devam etmektedir.

1960 yıllarda Almanya’ya giden birinci nesil şehrin dış mahallelerinde bulunan fabrikaların baraklarında kalıyorlardı. Hayatları fabrika ile baraka etrafında dönüyordu. Bu nesil topluma fazla katılmadı, katılacak fırsatta bulamadı. Dil ve kültür farkları nedeniyle de buna imkân yoktu. Ne Alman Devleti’nin ne de Türk Devleti’nin bu işçilerle ilgili bir sosyal politikası yoktu. Adı üstünde geçici işçi; eşya gibi bir şey emanet verildi geri alınacak. Bunun böyle olmadığı ortaya çıkınca ciddi sorunlar yaşanmaya başladı.

İkinci kuşak bu açığı kapatmak için ciddi çaba sarf etti. Ama onlarda Almanlara yaranamadılar. Gençlerin okul döneminde Türkiye’ye geliyor yaz döneminde Almanya’da bulunarak dil ve kültür yakınlaşması arzu ediliyordu. Bu nesilde Almanların ırkçı yaklaşımları sebebiyle kendilerini ifade edemediler.

kuşak nesil iş dünyasına katılarak farklı alanlarda başarı gösterdiler. Almanya’da ilk örgütlenmeyi camii dernekleri yaptı. Kürt kökenli ilk kuşaktan gelen, Alman Parlamentosu’nda milletvekilliği yapmış solcu bir kişi ile Kreuzberg’de bir Türk kahvesinde oturarak bu konular üzerinde sohbet ediyoruz. Milletvekili Almanya’da solcu olan Türklerin örgütlenmeyi camii derneklerinden öğrendiklerini anlattı. Camiler etrafında toplanan Türkler Almanlarla kaynaşmak istemediler. Almanlarda dindar olan Türkleri pek sevmediler. Sonradan Alevileri, Solcuları, Kürtçüleri keşif edince onlarla irtibat kurdular.

60 yıllık süre içinde İtalyanlar’ı, Yunanlılar’ı, Polonyalılar’ı topluma katan Almanlar Türkler’i ne yapacaklarını hâlâ bilmiyorlar. Çünkü diğer Avrupa toplumlarından gelenler aynı din ve kültür kökünden geldikleri için Almanlar’la kolay kaynaştılar. Daha doğrusu kısa zamanda Alman oldular. Berlin Göçmen Danışmanı Türklerin entegre olmasının çok zor olduğunu ifade ediyor. Türk asıllı Prof. Dr. Götz Haydar Ali ‘’Almanların anladığı entegrasyon asimilasyondan başka bir şey değil. Burada yaşayan Türklerin kendi dinlerini ve kültürlerini koruyarak devletin yönetim kademelerinde yer almaları gerekiyor. Örneğin bir polis müdürünün veya anayasa mahkeme üyesinin Türk asıllı olmasını görmek istiyorum.’’ diyor.

KREUZBERG (KÜÇÜK İSTANBUL)

Kreuzberg Berlin’de en çok Türklerin yaşadığı bir bölge. İki Berlin birleşmeden önce batının ücra semti olan Kreuzberg birleşmeden sonra tam merkezde kalmış. Kreuzberg’in merkezinde dükkânların büyük çoğunluğu Türklerin. Kahveler, lokantalar, marketler Türkçe tabelalarıyla gerçekten adeta küçük İstanbul görünümünde. Lokantalar çok kaliteli yemekler yapıyorlar, porsiyonlar bizden daha büyük. İstanbul’da yiyemeyeceğiz güzel yemekleri Kreuzberg’in Türk lokantalarında yiyebilirsiniz.

Ana cadde de birde kitapçı var. 350.000 Türk’ün yaşadığı şehirde tek Türk kitapçının olması bana tuhaf geliyor. İşletmeciyle konuşuyoruz; burada yaşayan Türkler arasında kitap okuma alışkanlığının zayıf olduğunu ifade ediyor. Zaten tek kitapçının olması da bunun göstergesi. Kendi kültürüne yabancı, Alman kültürüne uzak insanların gelecekte büyük başarılar elde etmeleri mümkün değil.

Bir kahvehane de oturarak müşterilerle sohbet ediyoruz. İlk kuşaklara dair hatıralar ağırlık basıyor. Ortak şikâyet konusu; ilgisizlik, bilgisizlik ve geleceğe dair plansızlık. Namaz saati gelince binaların arasından zor ulaştığım bir apartmanın orta katında bulunan epeyce büyük bir mescitte namaz kıldım. Semtin arka sokaklarında dolaştığımızda yaşları 12-16 arasında bir grup Türk genciyle karşılaşıyoruz. Binaların arasında küçük parkta kendi aralarında sohbet ediyorlar. Bizi görünce biraz tedirgin oldular sonra İstanbul’dan geldiğimizi ve kendileriyle sohbet etmek istediğimiz söyleyince rahatladılar. Almanca öğrenmek istemediklerini, Almanların onları sevmediğini, onların da Almanları sevmediğini anlattılar.

Türklere ait bir kültür merkezinde İsmet Özel’in konuşma yapacağını öğreniyoruz. Merkeze vardığımız da az sayıda kişinin dinlemek üzere geldiğine şahit olduk. İsmet Özel göç konusuyla konuşmaya girdi. Almanların ve Türklerin göç konusunda çarpık anlayışa sahip olduklarını vurguladı. Toplantının ortasında konuşmacılarla Özel arasında bir tartışma çıktı. Toplantıya katılanların bir kısmı mekânı terk etti. Burası Milli Görüş’ün yeriymiş. Süleymancıların, Nurcuların, Alevilerin, tarikatların ayrı ayrı organizasyonları var.

BERLİN FİLM FESTİVALİ

Berlin Film Festivali’ne birkaç defa gitme fırsatı buldum. Şubatın soğuğunda sıcak bir program. Berlinalle Film Festivali’nde yüzlerce film farklı kategorilerde izleyiciye sunuluyor. Festival için İyi program yaparsanız kaliteli iyi filmler seyredebilirsiniz. Önceden planınız yoksa bahtınıza çıkan filmi izlersiniz. Bazen gerçekten deneysel nitelikte tahammülü zor filmler izlemek zorunda kalabilirsiniz. Küçük salonlar olduğu gibi çok büyük salonlarda 4-5 bin kişiyle film izlediğimiz yerlerde oldu. Festival için dünyanın farklı ülkelerinden katılım olmakla beraber Berlinliler’in ilgisi oldukça yüksek. Özellikle ödül alması muhtemel filmlerin salon girişlerinde uzun kuyruklar oluşuyor.

Festival boyunca gösterimlerin yanı sıra çok büyük olmamakla beraber bir film market organizasyonu da yapılıyor. Türkiye’den Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle katılım sağlanıyor.

Festival için anlaştığımız sürücümüz bizden daha heyecanlı ve elinde festival katalogu sürekli takipte. Zaman zaman filmler üzerine bizim de görüşlerimize başvuruyor. Türkiye’den de yarışmaya katılan filmler var. Sürücümüz bu festivalin favorisinin Türkiye’den katılan Bal Filmi olduğunu anlatarak bizim tepkimizi almaya çalışıyor. Filmi çok büyük bir salonda 3-4 bin kişiyle beraber izliyoruz. Film bittikten sonra salon ayağa kalkarak uzun uzun alkışlıyor. Biz Türkler kendi aramızda yorum yapıyoruz. Çok uzun sahnelerin sıkıcı olduğu üzerinde duruyor bazı arkadaşlar. Ancak yüksek tempolu alkışlar bizi biraz şaşırtıyor birazda şımartıyor. Ülkemiz adına gururlanıyoruz. Sürücümüz haklı çıkıyor ve Bal Filmi Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü alıyor. Ödül töreni Potsdamer Palast’ta görkemli bir salonda yapılıyor.

Bal Filmi, Çamlıhemşin’de çekilmiş görsel zenginliğin zirvesi ve yöresel kültürü bütün güzelliğiyle ifade eden bir çalışma. Festivalden döndükten sonra bir de Türk seyircisi ile bu filmi izlemek istedim. Almanların yoğun ilgisini gören film bizim seyircimiz tarafından nasıl karşılanıyor. Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir cep sinemasında 3 ve ya 4 kişi ile birlikte filmi seyredince kendi kendime bu işte bir terslik var ama hangisi Almanlar mı yoksa Türkler mi yanlış anladı?

Festivalde İran’da yapılan seçimler üzerine röportajlardan oluşan bir propaganda filmi yoğun ilgi görüyor. Sokakta çekilmiş rastgele röportajları aktüel görüntülerle birbirine bağlamışlar. İlginin filmin kalitesinden ziyade politik algı nedeniyle ilgi gördüğünü anladım.

Berlin 12 ay farklı etkinliklerle kendinden söz ettiren bir marka şehir. Bir görümlük şehirlere benzemiyor. Tarihi ve kültürel mekânlarıyla yaşayan canlı bir başkent, özellikle bahar ve aylarında görülmeye değer…