“Allah’a ısmarladık!” cümlesi, günlük hayatta kullanageldiğimiz ayrılık sözlerimizden biridir. Mekândan ayrılıp gidenin, arkasında bıraktığına kullandığı gibi, arkada kalanın da mekândan ayrılana söylediği, birçok manayı içeren veciz bir cümledir. Gün içerisinde artık pek fazla akla gelmeyen bu dua cümlesi, muhatapların haletiruhiyelerinden tutun da itikatlarına kadar pek çok konuda bizlere ipuçları verir. Her ne kadar bizler bu sözü, çoğu zaman dil alışkanlığıyla söyleyegelsek de; ilk söyleyen kişinin kastettiği manayı düşünmek icap eder. “Allah’a emanet ol!” duasının farklı bir tezahürü olan “Allah’a ısmarladık” cümlesini ilk defa söyleyen ne kastetmiştir, bu söze muhatap olan kişi neyi idrak etmelidir?
Geride bıraktığımız kişiyi/kişileri “Allah’a ısmarlamak”, aslında mutlak manada Allah’tan başka güvenilecek bir merciinin ve makamın olmadığının farkında olmaktır. Arkamızda bıraktığımız ve kuvvetle muhtemel muhabbet duyduğumuz akraba ya da ahbabımızı, bizim olmadığımız zaman zarfında, varlığı kaim olana emanet etmektir. Bu cümleyi kurabilen insan, kendi varlığının kâinatta nereye tekabül ettiğini idrak etmiştir. Kendi bedeninin, kuvvetinin ve sahip olduğu şeylerin aslında geçici şeyler olduğunu anlamıştır. Çünkü ayrıldığı mekân ve insan üzerindeki etkisinin ve tasarrufunun nihayete ereceğini fark etmiş ve o kişiyi Allah’a ısmarlamıştır. Bu durum, bir yönüyle bir acziyet ifadesidir. Sözü söyleyen kişinin karşısındakine, kendi zayıflığını itiraf etmesidir.
Ayrılırken birbirlerini “Allah’a ısmarlama” şuurundan mahrum olanlar –eğer ısmarlama işini kasten terk etmişlerse-ya sevdiklerini ısmarlayacak/emanet edecek başka merciler bulmuşlardır ya da kendi nefislerinde, mekânda mevcut olmadıkları zaman bile işe yarayacak bir kudret telakki ediyorlardır. Bu hissiyata sahip olan insanlar, her iki durumda da ayrılık halinde bir tereddüt duygusuna kapılırlar. Hissedilen şüphe ve tereddüt, bu kişileri mekândan ayrılma konusunda kararsızlığa ya da karamsarlığa sevk eder. Bırakıp gittiklerinde geride kalanların biteceğini düşünürler. Bunun için de bir türlü gidemezler. Gitseler de bir şekilde mekânla bağını korumak, koparmamak isterler. Sevdiği kişilerin/şeylerin yanında olmayı arzu ederler.
Bir de ayrılırken “Allah’a ısmarlamadan” gidenler vardır. Haksızlığa uğradığını düşünen, kırgın olan, geride bırakılan insanın ya da eşyanın kendisinin hakkı olduğunu iddia edenlerin çokça yaptığı bir tavır almadır bu şekilde gidişler. Aslında bu tavrın arka planında bir tür gizli kibir hali vardır. Çünkü kendisi olmadan, arkada kalan insanın ya da mekânın/makamın bir değerinin olmayacağını düşünecek kadar bencil olma halinin bir tezahürü olarak ortaya çıkar bu ayrılışlar. Hatta daha da fenası, arkada bırakılanı “hiçbir şeye emanet etme gereği duymayacak” kadar önemsiz görme duygusunu da içinde barındıran bir tavırla karşı karşıya kaldığımız düşünülebilir.
Günlük hayatın farklı merhalelerinde ve mahallerinde gördüğümüz birçok arızalı vaziyet bu ruh haliyle bir şekilde alakalı olabilmektedir. Ayrıldığı eşinin hayatı üzerinde söz hakkı olduğu düşüncesiyle şiddete meyleden kocadan tutun da bıraktığı göreviyle ilgili tasarrufları devam ettirme isteği ve inadında bulunan kişiye kadar çok farklı şekillerde karşımıza çıkma ihtimali olan bir durumdur “Allah’a ısmarlayamamak” tepkisi. İnsanın kendisinden sonrasına hazırladığı ve bıraktığı her türlü maddi kazanç ve güç alanı sonuçta bu iki halin, yani tereddüt ve tekebbür halinin bir yansımasıdır. Meta ve dünyalık biriktirip bırakmak, güvenç ve övünç duyacağı evlatlar, namını sürdürecek işler ve benzeri şeyler, bu iki niyetin hayattaki tezahüründen ibarettir.
Hayatın künhüne vâkıf olmuş insanlar, gelişlerinin de gidişlerinin de asıl mesele olmadığını, asıl meselenin “nasıl gelip nasıl gittikleri ve mekânda oldukları süre zarfında yaptıkları” olduğunu kavramışlardır. Bu yüzden gelirken selam verirler, giderken de Allah’a ısmarlayıp giderler. Arada olanların hesabını gütmezler. Çünkü mutlak hesabın görüleceği bir güne iman ederler. Ve o günün de ancak ölümden sonra geleceğini bilirler.