Âlim olmak yetmiyor, Ârif olmak da gerekiyor

Abone Ol

Konya’mızın yetiştirdiği manevî mimarlardan bir tanesi olan Hacı Veyis Zâde Hocamızın bir duası ile başlamak isterim yazıma. O, bir yavrucak elini öperken şöyle dua edermiş: “Hafız ol, âlim ol, âlimlikte kalma ârif ol!” Allah (c.c.) gani gani rahmet eylesin!

Biz ona yetişemedik ama adeta yetişmiş gibi olduk. Zira hep onu dinlerdik dillerden hala da dinlemekten zevk alırız. Onun o güzel haline, bıraktığı talebeler yani hocalarımız ve çok önemli bir şekilde kendilerine tesir etmiş olduğu halkımız vasıtasıyla vâkıf olduk. Gerçekten âlim, ârif ve hizmete koşan; halkın her kesiminde derin bir İslâmî tesir bırakan bir insan! Binlerce talebede emeği olup onları madden desteklediği gibi manen de sevgi ve muhabbetle besleyen bir insan! Bu arada açık kerametleriyle bilinen; “sabahleyin artık köyüme gideyim, imkânsızlıktan okuyamayacağım” diye karar veren talebenin sabah erkenden harçlıkla kapısına dikilip “sakın gitme, ben sana yardımcı olacağım” diyerek mani olan, bir muhterem zat. Her bölgenin böyle seçkin kimseleri olur ya! Cenab-ı Hakk şefaatlarına nail eylesin!

Evet, biz bu örnekten hareketle âlimliğin eksik olacağını, onun içinin ve dışının âriflikle doldurulması gereğini rahat bir şekilde anlamaktayız. İşte bu, hikmet ehli kişileri hatırlatacaktır bizlere. Hikmet ise; ilim ve amelin ihlâs harcıyla karıştırılmasından ortaya çıkar. İşte o zaman kâl hâle tesir eder ve ârif diye bildiğimiz o derin insanlar yetişmiş olur. Artık sözleri asırlar boyu insanlara etki eder.  Ahmed Yesevîler, Yunus Emreler, Mevlanalar gibi. Onların hayatında dünyalık yoktur, Hakk vardır. Saltanat yoktur, tevazu vardır. Varlık yoktur, yokluk vardır. Topyekûn bir insan-ı kâmil hali vardır. Tek örneğimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e benzemek vardır. Zaten Hz. Adem (a.s.)’ın yaratılışındaki maksat da bu değil midir? Yoksa yaratılmanın ne anlamı vardır?

İlim ve salih amelle yetişmiş âlimlerimiz aynı zamanda, kendileri gibi nesiller de yetiştirerek bu güzel halkanın devamını sağlayacaklardır ki bu, bir millet ve İslâm Ümmeti için çok önemlidir. Bunun için güzel mekânlar ve en önemlisi de manevî iklimi dolu eğitim ve öğretim gereklidir.

Âlimler aynı zamanda maddi alanda da büyük atılımların öncüleridir. Dünya milletleri arasında önemli bir yer tutmak da ancak onların yönlendirmeleri ile mümkün olacaktır. Zira İslâm Âlimi deyince sadece Kur’an ve Sünnet ilimlerine vâkıf bir kimse değil, aynı zamanda bugünün modern ilimleri deyimine giren diğer ilimlerle de mücehhez kimseler akla gelmelidir. Dünyada söz sahibi olduğumuz dönemlere baktığımız zaman bu ifade çok açık bir şekilde anlaşılacaktır.

Müslüman bir âlim öncelikle İslâm’ı hayata geçiren bir âbiddir. Çünkü ilim ancak amelle kendisini ispatlar. İlmi olup onu hayata geçirmeyenlerin benzeri Kur’an’da çok belirgin bir şekilde ortaya konmuştur:

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Cuma 5)

Yukarıdan beri kastettiğimiz Müslüman bir âlim, sevgili ve seçkin Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir “varisi” olduğu gerçeğiyle hareket eder. O’nun sünnetlerine yapışma konusunda titiz davranır. Zira insanlar İslamî yaşayışı kendisinden görerek alacaklardır. Yüce Rabbimiz ancak Efendimiz’e uyulursa kulunu sevecek ve bağışlayacaktır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran 3)

GERÇEK ÂLİMLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Müslüman bir âlim aynı zamanda bir zahiddir. Yani dünya sevgisini kalbinden atan bir kimsedir. Bu, dünya ile meşgul olmamak değildir. Zira kişinin dünyadan kendisini soyutlaması mümkün değildir. Böylesine ifadeler, bize düşman olan zihniyet ve toplumların art niyetle ortaya attığı şeylerdir. Müslüman kimse bilakis dünya işlerini elinde tutan, maddeyi kontrol altına alan, yönetimlerde söz sahibi olan ama onların sevgisini kalbine koymayan kişidir. Dünya ile şımarmayan insandır. Kendisi aza kanaat ederken, sermayeyi de hayra yönelten insandır. Eğer inanan insanlar böyle bir bakış açısını yakalamazsa, dünyadan güya kaçınması da ona bir fayda sağlamaz; aksine, her an onun tuzağına düşebilir.

İşte anlatmaya çalıştığımız bu hassas noktayı yakalamaya çalışan bir İslam âlimi, insanları çalışmaya yönlendiren ama onlardan elde edileni, Müslümanların her yönde ilerlemesi için harcama ve yatırım yapma azmini kazandıran bir şuurda olmalıdır.

İlmiyle âmil, âbid, zahid, müttakî ve mütevazı bir âlim gerçekten toplumları etkileyen hatta onları ardınca koşturan bir lider konumunda olur. İnanan kişiler onları hiç farkına varmadan severler. Çünkü onlar hiçbir karşılık beklemeden Allah’ın kullarını sevmişler ve onları Allah’a davet etmişlerdir. Bu da kendilerinin Peygamber varisi olduğunu gösterir. Zira onlar yaptıkları daveti sadece Allah için yapmışlar, insanları O’nun için uyarmışlar, karşılığını da ancak Allah’tan beklemişlerdir. Bu manada şu söz onların ortak ifadesidir: “Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuarâ 180)

Bu vasıflarla muttasıf olan âlimler aynı zamanda “gönül ehli” tabiri içerisine giren kimselerdir. Zira onlar yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, gönüllerde Allah için yer bulan kişilerdir. Gönüllerin önderi, toplumların örnek kişisi olan bu kimselerin durumu hadis-i şerifte haber verilir. Efendimiz (s.a.v.) bir gün ashabına: -“Size en hayırlınızı haber vereyim mi?” diye sordular. Ashab: “Evet, ya Rasûlallah!” dediler. Buyurdular ki; “Sizden o kimseler en hayırlıdır ki, onları görenler aziz ve celil olan Allah’ı hatırlarlar.” (Ramuz El-Hadis sh 163; Küt. S. Muht. 17/ H. No 1262)

Böyle insanlar bir cemaat taassubu içerisinde de olamazlar. Kendilerine manevi bir makam ve kudsiyyet biçemezler. “Hiç”lik üzere yaşarlar. Herkese kardeş gözüyle bakarlar. Yukarıda bahsettiğimiz Hacı Veyis Zâde Hocamız gibi bir toplumun hatta bir ümmetin topyekûn bir değeri olurlar. Allah Rasûlü (a.s.)’ın ümmetini kucakladığı gibi, O’nun varisi olarak herkese kucak açarlar. Birlik ve beraberlik ancak böyle tesis eder, âlim ve âriflik de burada yatar. Çünkü topluma mal olmuş insanlar ancak bu halleriyle milletin ortak bir değeri olmuşlardır.

O halde Kur’an dili ve edebiyatına hâkim, iyi bir hafız, Sünnet-i Seniyye’yi kavramış, dini samimiyetle yaşayan, bunun yanında matematik, fen, tarih, coğrafya, ziraat, bilgisayar vb. ilimleri almış, önemli dünya dillerinden birkaç tanesini okuyup yazan ve konuşabilen, dünyanın ekonomik ve sosyal yapısını kavrayabilen ve bu konuda fikirler üreten âlimler yetiştirmenin ehemmiyetini çok iyi kavramamız gerekiyor.

Bunu kavradıktan sonra da “Böyle Bir İslam Âlimi Nasıl Yetişir?” diye kendimize sormalı ve bunun cevabını da bizzat uygulamasıyla vermeye çalışmalıyız.

Çalışmak ve istemek bizden, vermek de yüce Allah’tandır. O’na emanet olalım!