“Kim o rahmet kaynağının vahyine tavuk karası bir gözle bakarsa ona şeytansı bir benlik musallat ederiz de artık o, onun uydusu haline gelir.”
“Kim Rahman’ı zikretmekten gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı, ona musallat ederiz.”
Yukarıdaki ifadeler, Zuhruf suresinin 36. ayetinin iki farklı mealden iktibası.
Mezkur ayet, tapınma derecesinde kendini beğenip kibirlenen aklın ve bilimin mucizevi ilerlemeleri sayesinde artık kendi kendine yeteceğini sanan insanın akıbetini haber veriyor. Bilimin nesnesi olan doğayı ve evreni keşfettikçe harikuladelikleri fark eden fakat bütün bunların gerisindeki müteal yegane harikayı göremeyen zihniyet, eksik bir evrimi imliyor.
Bununla birlikte Ömer Hayyam’ın aklını pazarda satışa çıkarıp da yine kendinden başka alıcı çıkmaması öyküsünden anlaşılan o ki ademoğlunun şahsi aklını aşırı yüceltmeci tavrı, modern dönemlere has bir tutum değil.
Ümmî, ümm kökünden türeyen bir kelime. Alemlerin efendisine adeta angaje olmuş bir terim. Sözlükte anaya mensup, anasından doğduğu gibi kalan manalarına geliyor. Zaman içerisinde anlam kaymasına uğramış ve içine cehalet sızmış olsa da biz, kavramın otantik halini esas kabul ederek konuşacağız.
Ümmî olmak demek, fıtrata sadık kalmak demektir. Ümmî olmak demek, kadirşinas olmak, ahde vefa göstermek demektir. Ervah-ı ezelde verilen ahdi hatırlayıp tüm caydırıcı ve çeldiricilere rağmen sıdk üzere yaşayabilmek demektir.
Her bireyin kendi aklını kutsadığı bu demde, aklın ya salih bir mürşide endekslenmesine ya da ümmîleşmesine muhtacız. Üçüncü hal ise tam bir izmihlal!
Ne yazık ki elan yaşanan, muhal sınırları içerisinde kalması gereken izmihlalin, hale dönüşmesinden kaynaklı bir yozlaşma ve dekadansı resmediyor. Kutsal tarafından vaftiz edilmeyen ve fakat sahibinin ındî ikonlarınca takdis edilen akıl, bugün bir ideolojiye evrilen bilim-cilik-in rehberliğinde, deney fareleri gibi şaştığı istikamete dönme çabasında bile bulunmuyor. Sonuç; tam bir tragedya… Kusursuz bir yabancılaşma!
Hayret etmeyen bilim, hayır üretemez oysa. “Ya Rabbi hayretimi artır!” diyen nebevi bir iklimden “hayret etmek cahillerin özelliğidir” cümlesinin motto haline getirildiği bir gezegene düştü, insanlık. Zahidin altını çizdiği gibi: Gerçekten bazı cehaletler ancak tahsille mümkün görünüyor.
Blaise Pascal, bilimin kutsalla referanslarını henüz koparmadığı bir dönemde bilim üretirken daha ayakları yere basarak konuşabilmişti: “İnsanoğlu içinden belirdiği hiçliği ve onu yutmuş sonsuzluğu anlamakta, aynı ölçüde beceriksizdir.” Yani yetersizdir. Akıl, aşkın bir kılavuzun elinden tutmasına muhtaçtır.
Ehl-i Hakikat der ki: “Kamil kişi odur ki onun marifet nuru, vera nurunu söndürmez.” Oysa modern kabullerin inşa ettiği piramitler/pratikler, enformatik cehalettin eseridir. İlim/bilim çoğalırken hilim/irfan azalmaktadır. Bu kavramlar, paralelize olması gerekirken bilimcilik züppeliğinin pragmatik lojistiğiyle birbirinden an be an uzaklaşmaktadır.
Her âkilin tahayyül ettiği bir dâr-ı ayşin naîm (huzurlu bir yaşam diyarı), bir de med cezire mahkum kâimi vardır. Puta dönüşen akıl, hakikati hadım eder. Tam da bu sebepten elan aklımızı
itikafa çekmeye muhtaçlığımız vardır.
Baki selam…