Bugün yeni eğitim-öğretim dönemi başladı. Vatana millete hayırlı olsun. Aynı zamanda bir eğitimci olarak sezona karamsar bir tespit ama ümitvar bir tebşir ile başlamak istiyorum.
Akıntıya karşı kürek çekmeye hüküm giymiş gönüllü mahkumlar gibiyiz. Kimden mi bahsediyorum? Din eğitimcilerinden, muallimlerden.
Birincisi, toplum olarak her geçen gün biraz daha sekülerleşme yolunda tozutuyoruz. Dinin hayatımızdaki özgül ağırlığı handiyse teraziye gelmiyor. Dini hayatımızda gerektiğinde müracaat edilen bir enstrüman şeklinde algılayıp konumlandırıyoruz.
İkincisi, yapılan araştırmalar modern zamanlarının en yaygın dininin “ilgisizlerin dini” olduğunu söylüyor. Yani Budist ama pagodayla ilişkisi rutine bile girmemiş, Hristiyan ama kilise ile alakası yortulardan ibaret kalmış, Müslüman ama kutsal kitabı ile münasebeti cenaze törenlerinde can vermiş. Adına ister dünyevileşme ister insanın tüketerek/tüketilerek yüceltildiği kapitalist hümanizm ne dersek diyelim, kökeni ervaha uzanan kutsalla ontik bağlarımız her geçen gün biraz daha zayıflıyor.En korkuncuysa modern dindarlaşma artıkça din daha da darlanıyor kafamızda/karyamızda.
Bunun en yalın ve çıplak manzarasını gençler üzerinde müşahede etmek mümkün. Hız ve haz çağının sonu görünmeyen labirentlerinde, hedonizmin ve narsisizmin izbe gettolarında tutkuyla yol almak, onlar için vakayı adiye. Gençlerimiz evrensel şeytani modanın, asosyalleştiren sosyal medyanın, insanı en yakınına/kendine yabancılaştıran küresel kültürsüzlüğün melon şapkalı süvarilerine kapılarını sonuna kadar açmış durumdalar. Bugünün modern gençlerinin iç dünyaları o kadar kalabalık ki şehrin azizlerine ne ilgi ne de yer var orada.
Şu var ki büyük bir mirasın üzerinde oturmuyor, adeta tepiniyoruz. Ümmete hatta insanlığa karşı ağır bir borç yükü altındayız. İnsanlığın son ve sahici medeniyetinin varisiyiz. Ve hakikat şu ki varis olanın vareste olması beklenemez.
Fırtınada şemsiye açarak koru(n)maya çalışan acizleriz. Eğitimciler olarak gençlerin dünyasına girmek, orada kendimize yer açmak ve iskan izni almak zorundayız. Zihinlerindeki onca rakamın, sembolün ve ındî değerin içerisinde; onlara en değerli olanın bilgisini vermek, fokuslandıkları hedeflerin içerisinde yer bulmak ve sonsuzun hesabını da hesaba katmalarını sağlamalıyız.
Bunun için bilgi yüklenmek değil, bilgeleşmek elzem. Zira bilge kişilerin rol oynamadığı hiç bir şey başarıya ulaşmıyor. Ulaşsa kalıcı olmuyor.
İrfan ipinin ucundan tutabilmek için bilgi tek başına kifayet etmiyor.
Yılmadan, yorulmadan, gayeleri soldurmadan, İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali yol almalıyız. Zaferden değil, seferden mesul olduğumuzu hatırlayarak gayretin zirvesine tırmanmalıyız. Dökülmesi gereken her damla alın terini aşkla teslim etmeliyiz.
Öte yandan devasa hedeflerin altında ezmeyelim kendimizi. Bir kelebek etkisi yaratabilsek yeter belki. Bu pervasız kasırgada savrulmadan bir viraneye, bir kelebek kanadı çırpsak yeter.
Nuh’u hatırlayalım sonra Yunus’u. Bir Hanne, bir Yehoved duası kadar sinerji yaratalım yeter.
Hanne’nin Meryem’i yüklenmeden evvel kalbine neler yüklediğini, hangi derdi omuzladığını anımsayalım. Meryem’in nasıl bir müjde ile muştulandığını düşünelim.
Hanne olalım Meryemlere, Marialara…
Yehoved’in Musa’yı suya koyuverdiğinde aslında bilmeden nasıl bir devrimi Rabb’e emanet ettiğini hatırlayalım.
Asiye gibi gözleri ve gökleri yerinden oynatacak inkılaplara kucak olalım.
Unutmayalım ki Hak, yolunda samimiyetle ceht edildiğinde biri bin eder.
Adam etmek için önce adam olalım!
Adam kalmak için önce adanalım.
Adak olmak için doğru sunağı bulalım.
Ve yol(un)da bulunalım.
Baki selam…