İngilizler, Osmanlı Devleti’nin toprağı Irak’ı işgal etmeye karar verdiklerinde, öncelikle mevcut şartları etüt etmek üzere birçok uzmanı bölgeye göndermişlerdi. Uzmanların hazırladıkları raporlar tatbik edilecek politikaya önemli bir zemin hazırlayacaktı.
Raporlar, Ortadoğu’da var olan mezhepçilik ve kavmiyetçiliğin İngiltere’nin işini kolaylaştıracağı üzerinde neredeyse fikir birliği etmişti. Öyle ki, çöl sıcağına aldırış etmeden, bölgedeki aşiretlerin ve kabilelerin haritaları çıkartılmış ve sahip oldukları özellikler raporlara titizlikle not edilmişti.
Yürütülen çalışmaların ardından sıra aşiretlerin ve kabilelerin ruhunu Osmanlı Devleti’ne karşı ateşlemeye gelmişti. Türkler aleyhine yoğun bir kara propaganda ve İngiliz altınları başvurulacak önemli araçlar olarak belirlendi. Maddi veya manevi tüm araçlar kullanılıp, bölgedeki yerel güçlerin İngiltere’ye karşı olası bir mukavemet göstermesinin önüne geçilecekti. İlk etapta, yerel güçlerin Osmanlı Devleti’ne karşı topluca harekete geçmesi sağlanacaktı. Bu başarıldıktan sonra ise, ikinci aşamada bu toplu hareketin İngiltere’ye karşı birleşmesinin önüne geçilecekti.
Irak’ın, Nisan 1920 tarihinde İngiliz mandasına bırakılması üzerine çıkan olayların büyümesi İngiltere’yi paniğe sürüklenmişti. Bu durum ikinci aşamanın başarısızlığı olarak yorumlandı. Modern Irak’ın oluşturulmasında önemli ve etkin bir İngiliz olan Bayan Gertrude Bell, gelişen olayları büyük bir heyecanla takip ettiklerini yazmıştı. “Buradaki müfritler” diyordu Gertrude Bell, “Mücadele edilmesi çok güç bir mevzi ele geçirdiler, Şiiler’in ve Sünniler’in birliği, İslam’ın birliği. Ve ellerinden gelen bütün güçle bunların peşinden gidiyorlar.” İşte, İngiltere’nin korktuğu tehlike başına gelmek üzereydi. Emperyalizm içinde doğmuş, büyümüş, yetişmiş ve İngiliz emperyalizmine uzun yıllar hizmet etmiş birisi olarak Gertrude Bell, önemli bir tarihi saptamayı bu şekilde not etmişti. Peki yüzyıl önceki bu hadisen kim ne kadar ders aldı? Her şey ortada!
Bugün, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumu tek bir cümle özetleyebilir: “Emperyalizme karşı birlikte ortak bir mücadele ortaya koyamamak.” Yukarıda da görüldüğü üzere, “mezhepçilik ve kavmiyetçilik” üzerinden yürütülen siyasetin, emperyalist güçlerin avucunu ovuşturduğu bir siyaset olduğunu bölge devletlerinin anlaması için acaba kaç yüzyıla daha ihtiyaç vardır?
Kuzey Irak’taki gelişmelere gelince, öncelikle şu bilinmelidir: “tabiat asla boşluk kabul etmez.” Bu nedenle Türkiye, Kuzey Irak ile diplomatik ilişkilerini devam ettirerek, yanlıştan yeni bir yanlış doğmaması için azami düzeyde çalışmalar yürütmelidir. Kısaca, Barzani’yi yabancı güçlerin eline teslim etmemelidir. Zaten, İsrail başta olmak üzere, Barzani’ye açıktan veya gizliden destek verenlerin hesaplarının, ya Türkiye’yi bölgeden çıkartmak ya da Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir savaşın içine sürüklemek üzerine kurulu olduğunu tahmin etmek herhalde zor değildir. O nedenle, Türkiye’nin her daim masada olması gerekmektedir. Belki de, bu süreçte daha da önemlisi, bu durumun bir iç siyaset malzemesine dönüşmeyecek bir suhuletle ele alınmasıdır.
Türkiye’nin etrafında, enerji, askeri ve ekonomi güvenliği gibi konularda ortaya çıkan yeni tehditlerin bertaraf edilebilmesi için sahada bulunmak önemlidir. Bu saha hali, yalnızca askeri işbirliği şeklinde kendini göstermemelidir. Barzani’den, Türkiye, Irak ve İran, Suriye’yi görüp ders çıkarmalıdır. Bu üç ülke artık, küçük ve yapay sorunların pençesinden kurtulmak için azami işbirliğine yönelmelidirler. Asıl tehdit ve tehlikenin, birbirlerinden değil de, kendileri vesilesiyle dışarıdan geldiğini anlamaları icap etmektedir…