Üniversitelerin bir kısmında intihaller, başkası adına sipariş tez yazdırmalar, ders içerikleri ve sınav ölçme değerlendirme sisteminin aşırı derecede esnetilmesi gibi sebeplerle Türkiye üniversitelerinin verdiği diplomalar, Rusya’nın 1990’larda vermiş olduğu diplomalar gibi algılanmaya başlanır ve muteber kabul edilmezse bu imajın Dünya çapında düzeltilmesi için 30-40 yıl çalışmak gerekecek. Bunu önlemenin yolu, intihal ve sipariş tezlere karşı mevzuatta öngörülen cezaların uygulanması; ders içerikleri ve takip sisteminin minimum Bologna standartlarında veya daha yüksek bir standart hedef alınarak tasarlanmasıdır.
Çalışanın ödüllendirildiği ve maddi-manevi tatmin olduğu bir sistemi hukuk altyapısıyla birlikte kurmakla işe başlamak gerekir. Birbirinden kopuk ve bir bütün teşkil etmeyen gayretler, yoğun çalışmalar, her seferinde yeniden başa dönülen bir hayal kırıklığına dönüşmemeli…
Bu arada, YÖK’ün son dönemlerde en isabetli işinin, başarıyla yönetilmesi halinde üniversitelerde “ihtisaslaşma” konusunun karara bağlanması ve “uluslararasılaşma” konusunda kolaylaştırıcı adımlar atmasıdır. Mevzuatın, üniversiteleri akademik ortamlara çevirecek şekilde ön açan ve ayak bağı oluşturmayan yeni bir anlayışla gözden geçirilmesi gerekir. İki defa teşebbüs edilen ve şahsen de katkı verdiğimiz “yeni YÖK Kanunu” girişimlerinin akim/kadük kalması üniversite reformunu kilitleyen hayal kırıklıklarından birisidir.
Ülkemizde bir zamanlar adeta “tekelleşme” oluşturan ve topluma rehberlikten çok ideolojik üs olarak kullanılmaya çalışılan üniversiteler, istenilen reformu hala yakalayabilmiş değil. 1990’larda onlarla ifade edilen üniversite sayısı, artık yüzlerle ifade ediliyor. Bunun sonucunda, maddi imkânsızlıklar ya da diğer sebepler dolayısıyla yaşadığı şehirden ayrılamayan öğrencilerin kendi illerine kadar hatta ilçelerine kadar üniversite eğitimi erişmiş oldu. Fakat binasız, laboratuvarsız, öğretim üyesiz bir üniversite anlayışı ortaya çıkmış oldu. Tek bir profesör veya doçent görmeden üniversite hayatlarını tamamlayan öğrenciler hiç de az değil.
Türkiye’nin genç nüfusuna oranla yeni üniversitelerin açılması mutlak bir gereklilik olsa da yeterli altyapı oluşturulmadan, zamana havale açılan ve halen açılmaya devam eden birçok üniversitenin mevcut durumu ve problemleri birbiriyle fazlasıyla benzeşiyor. Yeterli sayıda öğretim üyesi ve altyapı imkânları olmaksızın açılan üniversitelerin çoğunluğu, bu fahiş açıklarının sebep olduğu zincirleme semptomlar dolayısıyla bilim ve üretim merkezleri olmaktan çok, “depo üniversiteler” olarak kaldılar.
Lisansüstü eğitiminde oluşturulmuş olan haksız tekel ancak 1990’lardan sonra kırıldı. Ancak bu defa da, gerekli denetim sağlanamadığından, akademik olmayan amaçlarla ve seri üretim tarzında bir lisansüstü eğitim zuhur etti. Bu aralar, bedelli askerlik uygulamasıyla Yüksek Lisans başvurularının %50-60 arasında düştüğü ifade edilirken lisansüstü kadrolarının tecil bahanesi olarak boşa tüketildiği ayan beyan ortaya çıkmış oldu.
Konu sadece erkek öğrencilerin askerlik tecili ile de sınırlı değil: Kamu görevlileri için bir kademe yükselmek veya piyasada iş rekabetinde öne çıkmak için ikincil amaçlara yönelinirken gereken akademik titizlik ve zahmeti göstermeden hızla unvan almak, lisansüstü çalışmaların artık bir prestij olmaktan yavaş yavaş uzaklaştığını gösteriyor.
Hâlbuki lisansüstü çalışmalar, bilim dünyasının ve akademinin ilk adımlarıdır. Adayların yanlış ve eksik usullerle, amaç dışı arayışlarla öğrenime başlamaları, mesleğin ilerleyen yıllarında öğretim üyesi olduklarında yine yanlış ve verimsiz sonuçlarla boğuşmaları ve başarısızlıklarla sonuçlanıyor. Sûreten dolu, ama özünde boş bir süreç yaşanmış oluyor.
Her zaman eleştirdiğimiz ve kendi dönemimizde de mağduru olduğumuz 30-40 yıl öncesinin sınırlı sayıda ailelerinden ve düşünce kulüplerinden oluşan akademisyenler camiası, zamanla sağı ve soluyla birlikte bir yandan ideolojik tercihler diğer yandan da kalitesizliği had safhaya çıkaran hatır-gönül ilişkileriyle farklı bir düzlemde şekillenmeye başlamıştı. Ancak, liyakat ve ehliyeti atlayan benzer ilişkiler, ülkemizde maalesef hiçbir zaman terkedilemedi. “Zamanla yetişir” diyerek sınavlar esnetilerek akademiyi sadece ekmek kapısı olarak görenlere açılan kapılar, uzmanlığa (alan-ihtisas) bakılmadan yapılan yükseltmeler yoluyla piyasada sadece kendisi için çalışan, bilim, akademi, üretim, topluma katkı gibi kaygıları olmayan bir kısım insanlar akademide kendilerine rahatlıkla yer bulabildiler.
Ülkemizde üniversite sayısının 200’lü rakamları aşması, öğrenimin yaygınlaşmasını ve rekabeti sağlayacak olumlu bir gelişme olarak görülürken istisnalar dışında, bu olumlu etkinin beklenen sonuçlarının ortaya çıkmadığı görülüyor. Ölçülebilir kriterlere göre yapılan “sıralamalar” bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. İstisna olduğunu söylediğimiz başarılı üniversitelerde ise dünyadakine benzer, ortak akademik yaklaşım ve usullerin izlendiği görülüyor. Bilim ve akademi odaklı üniversiteler ile sadece görünürlük peşinde olan kâr amaçlı üniversiteler arasındaki derin uçurum ve günün sonunda ulaştıkları sonuçlar ortada.
Mesela Times Higher Education (THE) dünyanın en iyi (World University Rankings) 2018 listesinde ilk 300’de tek bir üniversitemiz yokken, ilk 10’un tamamında ABD ve İngiliz üniversiteleri yer alıyor.
Farklı sıralamalarla bakıldığında, ODTÜ, İstanbul, Hacettepe, Ankara, Gazi, İstanbul Teknik, Boğaziçi, Bilkent, Erciyes, Marmara ve Dokuz Eylül, Yıldız Teknik, Koç, Akdeniz, Ege, Sabancı, TOBB Ekonomi ve Teknoloji üniversiteleri dünya çapında yayınlanan farklı Üniversite sıralama listelerinde ilk 1000’e girdiler. Dünya üniversite sıralamalarında asıl kritik ve önemli sınır kabul edilen ilk 500’de Türk üniversitelerinin yalnızca dördü yer alıyor.
Bu tablonun değişmesinin mümkün olduğunu dünya sıralamalarında ilk 100’de onlarca üniversitesi olan ülkelerin izlediği stratejileri öğrenmeyle işe başlamak gerektiğini vurgulamalıyım. Bunun açık anlamı, üniversitelerle ilgili herkesçe bilinen, açıklanmış ve odaklı bir ülke Yükseköğrenim stratejisinin oluşturulmasıdır.
İkinci olarak başarılı bir üniversite olmanın gerekleri ülkeden ülkeye değişemeyen standartlarla oluşturulabiliyor: Akademik usuller, idari usuller, mali gereklilikler, yönetim psikolojisi vb… Bütün bunların sağlanabilmesi için diğer mesleklerde de geçerli olan ve herkesçe bilinen temel bir kural olarak “belirlilik” ve “güven” üzerine kurulu bir çalışma ortamı oluşturulması bir önşart. Sürprizler, ani değişiklikler, belirsizlik oluşturacak düzenlemeler, ödüllendirme ve cezalandırma siteminin fiilen işletilemeyişi ve akademik gündemden kopuk üniversite atmosferi iç ve dış denetim boşluğu dolayısıyla üniversitelerimizin genelinde yaşanan bir gerçek. Bu girdaba girmeyen üniversiteler ise sıralamalarda mutlaka hak ettikleri yerlerini alıyorlar.
(Devam edeceğiz…)