Duygularımın aktığı nehir yatağı. Mevsimlerin içinden süzülüp gelen, tortularımı alıp kucağında eriten b/akışım. Taşların göğsüne kalp koyanım. Issız dağ yamaçlarında billur pınarım.
Vahiy denizinin suskun mahcup kıpırtısı. Heyecanlarımın sükûna kavuştuğu duru gölüm. Gün oldu bir kelimen içimde bir kitabın ateşini alazladı. Gün oldu susuşun telaşlarımın arasına bir serin ikindi gibi uzandı. Gün oldu kesik nefeslerinden, küskün bakışlarından sıcacık güneş haberleri aldım.
Ne çok konuştum yanında, karşında. Kalabalıklar vardı aramızda. Çok alkışlandım. Hiçbir takdir ve övgü, yüzündeki bir tebessüm kadar değerli olmadı. Senin kalbinin doğusunda bekledim güneşlerimi. Kirpiklerinin gölgesinde buldum ince hilâlimi. Bayramımı. Cumamı. Orucumu.
Konuşurken kalabalıklar ortasında, gözlerinin içine baktım, anlamlı bir şey olduysa, oradan mesaj alırdım. Orada bir ışıltı varsa, doğru yaptığıma yeni baştan inanırdım. Saftın. Duru bir dere gibi. Gürültülü kahkahaların arasında, ateşli koşturmaların yamacında ince bir şırıltıydı y/adın.
En büyük zaferim seni gülümsetmek oldu. Belki bir dağın zirvesine çıkmak gibi, belki hiç bilinmedik bir ülkenin keşfedilmemiş bahar bahçelerini adımlamak gibi.
Ah, benim suskun bilgem. Az konuştun ama kurduğun cümleler Hızır ile Musa’yı yeniden yürüttü. Hasarlı gemiler buldum yollarda. Yıkık duvarlar altında hazineler aradım. İbrahim’in [as] kuşlarının kanat seslerini duydum hecelerinin arasında. Meryem’in sancılı “âh, keşke!”leri utanıp dolaşırdı gölgeli yüzünde. Musa’nın “ânestu nârâ”sının aydınlığı sızardı tatlı keşiflerinin sıcağında. İsâ [as] yeniden doğardı nefeslerinin hakikate dokunuşunda.
Vakt erişti. Ömrün gecesi düştü nasibe. Hüznün usaresi kaldı avuçlarımda. Sonrası yok; gün ışığının ucu görünmüyor ufukta. Yağmur sesine dokunan o şiirin gönlünü alamadım bir daha. Kırıldı aynalar. Dağıldı leylaklar. Kesilmiş gibi vahyin akışı. Kalbimi düşürdüm avuçlarımdan. Derinleşti alnımın çizgileri. Çıkardım dünya gömleğini. Rüyalar bitti. Şarkılar sustu.
Aramaların hepsi yetim, hepsi öksüz şimdi. “Ama” diyeceksin, “ölmedim ki daha…” Bilirsin, uyandırmadığımız mecazlar var odamızda. Hayat dediğin mecazdır sadece. Yaşamak olmasaydı, ölümü kim bilirdi? Bak işte, bunlar hep mecaz, hep metafor, hep mesel… Ölümün kara gözbebeğini çevreleyen kör beyazdır hayat. Faniliğin silinmez siyah mürekkebine sayfa olsun diyeydi yaşamak; biraz ümmi, biraz şaşkın, biraz mahzun, en çok anne, en çok beyaz
Buradan bakınca derdin ki muzipçe: “Ben anlattım bunu!” Yaşamak Meryem olmaktır aslında. “Ben” diye bilmek kendini “âh keşke!”lerin göğüs ağrısına uyanmak! Öleceğini bile bile yaşamak, kendini doğurmak aslında. İsâ[as] diye utana sıkıla, tenhalarda kıvrana kıvrana, kendi ölümünü doğurmak. Kendini ağlamak.
“Yarın’ların çoğu “bugün” oldu çoktan. Hatırlarsın belki, bir ömür ‘di’li geçmiş zamanları ‘şimdiki zaman’a çağırdık. Tozunu silerdik hikâyelerin. Yüzünü yıkardık kıssaların. Senin uyandırdığın yerdeyim hâlâ. Mazi değil, müstakbel hiç değil; muzari’dir ölüm. Şimdi. Hep şimdi. Ölmekteyiz. Nefes nefese. Veda ede ede. Ölümden sonraki hayata değil sadece, ölmeden önceki hayata iman etmekle sınanıyoruz bence: “Hayy Allah!”