Uzun süreden beri Türkiye’nin başını ağrıtan, enerjisini tüketen ve kendi topraklarında bir sinerji oluşturmasını engelleyen konu, terörizm olmuştur. Geçmiş yıllarda iktidara gelen partiler, ideolojilerine bakılmaksızın, terör ile Batılı devletler arasında açık bir ilişki olduğunu ifade eden açıklamalar yapmışlardır. Bilhassa 1970’li yılların başından itibaren bu yöndeki açıklamaların gazete manşetlerinde yer aldığını, televizyon kanallarında enine boyuna tartışıldığını ve bu konularda birçok akademik çalışmaların yapıldığını görmekteyiz. Terör konusunda aksi yönde birçok görüş olmasına karşın, devletler ile terörizm arasında organik ve fonksiyonel bir bağ olduğu yönünde genel bir kanaatin kamuoyunda yer edinmeye başladığını söylemek mümkündür. Devletlerin ulusal çıkarları uğruna doğrudan birbirleriyle savaşmak yerine, bu tip örgütleri kullanmayı tercih ettikleri düşüncesi iyiden iyiye zihinleri meşgul etmektedir.
Türkiye’nin, yıllarca bir yandan terör örgütü PKK ile mücadele ederken, öte yandan kendi topraklarında konuşlanmış müttefiklerinin PKK/YPG/PYD’ye silah ve mühimmat yardımı yapmasını çaresizlik içerisinde izlediği şeklinde çok sayıda haber kamuoyuna aktarılmıştır. Dahası, Türkiye’de meydana gelen darbeler üzerine de benzer çerçevede açıklama bulunmaktadır. Örneğin, Fahri Korutürk ve Kenan Evren gibi iki cumhurbaşkanının danışmanlığını yapan Ali Baransel, verdiği bir röportajda ABD ve NATO’suz Türkiye’de darbe olmadığını söylemiştir. Buna benzer çok sayıda örnek bulmak mümkündür.
Beş deniz havzasının önemli bir ülkesi Türkiye’nin zor bir coğrafyada bulunduğunu, bazen dost ile düşmanı ayırt etmekte güçlük yaşadığını ifade etmek malumun ilanıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin kendi jeopolitiğine uygun, köklü kırılmalar dışında, belirgin ve anlaşılabilir hedefler belirlemesi gerekmektedir. Bu hedefler öyle olmalıdır ki, hiçbir şekilde yanlış anlamaya mahal vermemelidir. Bölgesel işbirliğinden rahatsızlık duyan devletlerin aleyhte kullanamayacakları ölçüde açık olmalıdır. Şurası aşikârdır ki, beş deniz havzasında inşa edilecek bir barış ortamı, en çok Türkiye’nin menfaatine olacaktır. O nedenle Türkiye, bölgesel barışa hizmet edeceğini düşündüğü her adımı atmaktan imtina etmemelidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne Ortadoğu ile münasebetlerini salt Batı penceresinden yürütmesinin yanlışlığını geç fark etmiş bir ülke olarak Türkiye, Kudüs meselesinde olduğu gibi diplomasiyi etkin bir şekilde sonuna kadar kullanmalı, kültürel diplomasiyi yeniden inşa etmeli ve bölge ülkeleriyle doğrudan kendisi iletişime geçmelidir. Bu bağlamda Mısır ile ilişkiler yeniden gözden geçirilmeli ve bu ülke İsrail, Rusya ve ABD’ye mahkûm edilmemelidir.
Türkiye’nin dış ve iç politikayı ilgilendiren meseleleri serinkanlı bir şekilde ele alması, hiçbir devletin inisiyatifine girmemesi, ABD, AB ve AB ülkeleriyle eşit zeminde müzakerelere devam etmesi Türkiye’nin menfaatine uygun bir yaklaşım olacaktır. Ancak tüm bu girişimlerin bir muhataba da ihtiyaç duyduğu göz ardı edilmemelidir.
Türkiye’nin Afrin’e yönelik askeri operasyon planları değerlendirildiğinde, bu işin bu noktaya hiç varmaması gerektiğini peşinen söylemek icap eder. Parçalanmış, dağılmış ve akıbeti meçhul bir Suriye üzerine yürütülen hesapların ilk önce Türkiye’ye zarar vereceği bellidir. Savaş hesaplarının masayla sınırlı olmadığı bir kez daha görülmüştür. Afrin’e tekrar dönülürse, daha önce de iddia ettiğimiz üzere, bugün İskenderun büyük bir risk altındadır ve yeni haritalar bu bölgeye yeni roller yüklemektedir. ABD’nin nihai planının bu koridoru Akdeniz’e ulaştırmak olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Afrin konusuna İskenderun penceresinden bakmak daha sağlıklı bir yaklaşım sunabilir.