Yaşamak galiba biraz alışkanlık ama çokça hayrettir. Her gün hatta her an şaşkınlıkla yeni bir şeyler görmenin adına yaşamak deniyor bence. Ve biraz da bu hayrete, şaşkınlığa, tuhaflığa, hatta bazen vahşete ve garabete alışmanın adı yaşamak oluyor. İnsan büyüdükçe mi bunu anlıyor yoksa bizim vaktimiz mi bunların bu kadar fazla olduğu bir vakit tam olarak bilmiyorum. Ama şunu biliyorum son bir yıl ya da belki biraz daha fazla zamandır yaşadıklarımız tam da bu iki halin tezahürü gibi geliyor bana; hayret ve alışkanlık. Ne demek istediğimi bana ayrılan yer müsaade ettiğince, dilim döndüğünce ve fikrim el verdiğince bir anının, bir hatıranın üzerinden anlatayım istersen. Ki hem maksat hâsıl olsun hem de söyleyeceklerim yerli yerine bulsun.
Bir kahvehanede akşam vakti iki eski arkadaş oturmuş ince belliden çaylarını yudumlarken bir yandan da muhabbet ediyorlar. Havadan, sudan, oradan, buradan işte. Bir vakit sonra elinde iki bardakla beraber çaycının çırağı masanın üzerine taze çayları koyup da boş bardakları alıp gidiyor. Bakışlarını birden çırağın ardına çevirdi oturanlardan biri.
-“Kimsesi yok” diye ekliyor bakarken.
-“Anlamadım Hasan abi” diyor öteki.
-“Şu çocuğu diyorum. Adı Hüseyin, Suriyeli… Hiç kimsesi yok. Suriye’de annesi de babası da ölmüş. Bir komşusu bombalanmış evlerinin enkazının yanında tek başına ve ağlar halde bulunca onu da alıp getirmiş İstanbul’a. Bizim çaycı Mustafa abi de iyi adamdır. Almış yanına hem üç beş para kazanıyor hem de onun evinde kalıyor.
-“Üzüldüm”
-“Üzüleceksin tabi. Üzülmelisin zaten. Ama yetmiyor be kardeşim. Üzülmek hiçbir şeye yetmiyor. Onlar bizden çok daha fazlasını bekliyorlar aslında. Çünkü bizi hala Osmanlı zannediyorlar. Oysa biz bile reddediyoruz Osmanlı’yı. Maddi olarak değilse de manevi olarak onlardan çok da iyi bir halde değiliz biz. Onların evlerine bombalar düşmüş bizim maneviyatımıza. Gelip görünce eminim ki hayal kırıklığı yaşıyorlar” diyor gözleri bulutlanmış halde. Sonra birden bir şey hatırlar gibi; “Ablası varmış bu Hüseyin’in. O da o bombanın altında can vermiş. İsmi neymiş ablasının biliyor musun?” diye soruyor.
Bu soru cevap verilecek bir soru olmadığını biliyor beriki. Soranın cevabını da vereceğini biliyor. Ama yine de “neymiş?” der gibi başımı yana sallıyor.
-“Türkiye” diyor.
-“Ablasının ismi mi Türkiye?”
-“Evet. Çok enteresan değil mi? Adam çocuğunun ismini Türkiye koymuş ve Türk bile değil.”