İnsanın fiillerinin kaynağı meselesi Yunan, Hint, Pers ve Mısır menşeili medeniyetlerde olduğu gibi İslam düşünce tarihinde de çeşitli veçheleriyle tartışıla gelmiştir. Bu konuda İslam mütefekkirleri arasındaki ihtilaf hitama ermemiştir. Özellikle akılcılığı önceleyen Mutezile ile denge ve toleransı merkeze alan Sünniler arasında bu konuda paradigmatik farklılıklar bulunmaktadır.
Aslında mezkur mevzuda iki extrem ucu temsil edenler, Mürcie ile Kaderiyye (Mutezile) şeklinde tezahür eder. Mürcie va’z ettiği insanın edimleri teorisinde, insanın mükellefiyetini neredeyse yok ederken Mutezile Allah’ın iradesini devre dışı bırakarak insana hem yetkisi hem de haddi olmayan bir kudreti hamleder.
Bu teolojik probleme çözüm aramak için yola çıkan Eşarilerin kurucusu Ebu’l-Hasen el-Eşari, 40 yıl kalem oynattığı İtizal ekolünü belki de en çok bu konudaki aşırılığından dolayı terk etmiştir. Ama görünen odur ki ortaya koyduğu teolojinin temerküz ettiği kavramlar ve felsefe, onu bu hususta içinden çıkamayacağı bir yere taşımıştır. Peşinden gelen Eşari bilginler en çok da “efâl-i ibâd” mevzuunda ondan ayrı düşmüş ve probleme yeni ve sahici çözümler getirmek için fikrî ameliyeyi sürdürmüşlerdir.
Ne yazık ki tarihi hem yazanların hem de yapanların ihmal ettiği bir büyük bilgin olan İmam Maturidî ise mezkur meselede sahici ve sahih bir çözüm sunarak Mürcie, Mutezile ve Eşariler arasında bir denge sağlamıştır ki kaderciliği/fatalizmi yenmek için bugün onun teorisinin daha iyi anlaşılması ve daha çok içselleştirilip bir akide haline getirilmesi elzem görünmektedir. Mevzunun önemini ve çarpıcılığını daha iyi anlatabilmek ve post-modern insanın da yaşadığı açmazlara ışık tutabilmek için Mutezile’nin kurucularından Amr bin Ubeyd’in başından geçen bir hadiseyi kısaca aktaralım:
“Bir gün karşılaştığım bir Mecusi’ye ‘neden Müslüman olmadığını’ sordum. Cevaben bana:
– Çünkü Allah Müslüman olmamı irade etmiyor, Allah Müslüman olmamı irade edince Müslüman olurum, dedi.
Ona dedim ki:
– Allah senin mümin olmanı istiyor ama şeytanların seni kendi haline bırakmıyor.
Bunun üzerine Mecusi:
– Öyleyse ben daha güçlü ve daha fazla galip gelen şerik ve ortak ile olacağım, dedi ve beni susturdu. Ben hayatım boyunca bu Mecusi’ye mağlup olduğum kadar kimseye mağlup olmadım.”
Ademoğlunun kendi seçim ve edimlerinin ahlaki sorumluluğunu üstlenmesinde kafa karışıklığı yaşamasıyla sonuçlanan Mürcî ve Eşarî paradigmanın, ilmî ve irfanî aklı taşıdığı noktanın neye hizmet ettiği tartışmalıdır.
Bu anlamda Allah’ın emrine karşı gelerek isyan ettiğinde, Adem gibi yaptığı hatanın ahlaki sorumluluğunu üstlenip tevbe etmek yerine; ‘beni sen saptırdın’ diyerek kendi seçiminden dolayı Hakk’a iftira atan şeytani bir anlayış, hala obez bir halde varlığını sürdürmektedir. Kuşkusuz bu inanç sadece Müslümanlar için değil, tüm ilahi din mensupları için kullanışlı bir enstrüman olarak vicdani bir rahatlama sağlamakta ve yaptığının sorumluluğunu başka bir iradenin üstüne atarak etik sorunların doğmasına neden olmaktadır. Ahlak ile iman, ahlakilik ile mümin arasındaki derin uçurumun artmasında tarihten gelen bu fatalist eğilimlerin etkisi göz ardı edilemeyecek kadar belirgindir.
Bu bağlamda Maturidî mektebinin insanın eylemleri hakkındaki nazariyesi daha çok okunur ve konuşulur kılınmalıdır.
Mezkur mesele, esasında teolojik ve felsefi bir tartışma gibi görünse de haddizatında ahlaki nazariyelerin sac ayağını teşkil etmesi bakımından aktüele değme istidadı taşır.
Bu sebeple mukaddimeyi bu şekilde özetleyerek gelecek hafta “mesele” hakkında bir miktar daha konuşmayı dileyelim.
Baki selam…