Bizim yaşadığımız tuhaf bir zaman kâri. (Bu parantezi tekraren bir açıklama gerektiği için açıyorum aslında. Çok gerekli mi onu da tam bilmiyorum ama yine de bilinsin diye söyleyeyim ki “kâri” okuyucu demektir ve ben bilerek, isteyerek ve ısrarla yazıyorum bu kelimeyi. Zira ben yazmaktan çok muhabbet etmek, sohbet etmek istiyorum ve karşımda biri varmış gibi yazıyorum ve bir isim buluyorum ona. Onun için yazdıklarımı okuyan herkesin ismi kâridir benim lügatimde. Bilinsin istedim) Kimin haklı, kimin haksız, kimin suçlu ve kimin suçsuz olduğu ve hatta kimin inanmış ve kimin inkâr etmiş olduğu bile belli değil bizim vaktimizde. Bugün doğru dediğin yarın yanlış çıkıyor ve ertesi gün tekrar anlıyorsun aslında doğru olduğunu. Hak edenlere hakkı verilmiyorken ya da varlığı bile bilinmiyorken, hiç hak etmeyenler hayalinde olmayan yerlerde duruyor. Ahir zaman denen işte tam da bu vakit olsa gerek.
Var olmak için inanmanın gerektiği zamanları çok geride bıraktık sanki. Zira yaşadığımız zaman bize şunu gösteriyor ki var olmak için bir işi hak etmekten, çalışmaktan, inanmaktan ziyade yaranmak gerekiyor sanki birilerine. Birileri gibi olmak, onlara benzemek… Onlar gibi olmak ve hatta onlardan olmak gerekiyor. Ve her vakitte olduğu gibi bu vakitte de birileri çağı değiştirecek, “vakti kuşanacak” iklimi kuşatacak, değişecek ve değiştirecek, istidadınca var olacak ve inandığımız davayı da var edecek bir gençliğin hasretini çektiğini söylüyor. Ama sadece söylüyor, hep söylüyor. Abiler! Kandırmayın kendinizi. Oturduğunuz koltuklarda orta şeker Türk kahvelerinizi yudumlayıp, makam araçlarınızla o toplantı, bu yemek diye turlayıp, bilmem hangi marka takımları çekip üzerinize, en fiyaka güneş gözlükleriyle gözlerini saklayıp da “Gençleri bekliyoruz” diye cümleler kurmayın Allah aşkına! Zira hiç inandırıcı olmuyor. Ya inandığınız şeyi söyleyin ya söylediğinize inanın ya da hiç değilse susun. Vallahi, böylesi çok daha onurlu ve çok daha masum olacak.
Yoksa her köşenin başında durup, her çeşmenin başını tutup, her koltukta oturup, her işe ya kendiniz koşup ya da bir tanıdığınızı koşturup da gençlere fırsat vermedikçe bu hamasi cümlelerin bu sloganların ve sahte hatta çakma dava adamlığının hiçbir anlamı ve inandırıcılığı olmayacak ve olmuyor. Oysa ne güzel gençler var etrafta. Sizin bilmem hangi derneğiniz, hangi kurumunuz, hangi sivil toplum kuruluşunuz için tertiplediğiniz geleneksel bilmem ne yemeklerinde mesela haziruna ikram ettiğiniz yarısından fazlası çöpe giden yemekler değil, sadece çayları için harcadığınız o paralarla bile hayallerini gerçekleştirecek ve belki de sizden çok daha fazla davaya hizmet edecek gençler var. Sadece fırsatları yok. “E biz tırnaklarımızla kazıya kazıya geldik” diyeceksiniz. Biliyorum, en spot cümleniz hep bu. Ama siz tırnaklarınızla kazıdınız diye -ki bu da tartışılır- şimdi elinizde olan imkânları birilerinin keyfi olacak, birileri sizden bahsedecek diye israf etmek yerine sizden sonra gelecek gençlere biraz ikram etseniz ayıp mı olur yani? İlla herkesin tırnakları mı sökülmeli yerinden! Ki sizinkiler de yerli yerinde duruyor.
Abiler! İnsaf edin. Yirmi sene, otuz sene sonrasının hayallerini kurduğunuzu söylüyorsunuz, bir gençlik yetiştirmekten bahsediyorsunuz zoraki toplanmış ya da menfaatinin peşine gelip de oturmuş binlerce insanın doldurduğu salonlarda önünüzdeki mikrofonlara konuşurken. Misal ki bir “İmam Hatip Şuuru” diyorsunuz her bulduğunuz mikrofonun karşısında. “İmam Hatip Gençliği” diye bahisler açıyorsunuz. Ama kendi çocuklarınızı kolejlerde okutuyorsunuz. O nasıl olacak! Yapmayın! Biraz samimi olun en azından. Zira bir nesli kaybediyorsunuz ve farkında değilsiniz belki ama siz de kayboluyorsunuz…
Üstad “Kim var! ” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik…” diyordu.
O gençlik hâlâ var…
Siz?
Kusura bakmayın ama o gençlerin ne yanında ne ardında ne önünde siz yoksunuz. Siz makamınızdaki deri koltuğunuza oturmuş hâlâ kahvenizi yudumluyorsunuz…