Sibirya’da 23 Nisan 1857’de doğan Abdürreşid İbrahim, Rusya’da dağıttığı broşürler sayesinde 70 bin kadar Müslümanın Anadolu’ya göç etmesini sağlar. İmparatorluk tarafından kara listeye alınınca Osmanlı’ya sığınır. Rus-Japon Savaşı’nın (8 Şubat 1904-5 Eylül 1905) Japonların kesin galibiyetiyle neticelenmesi üzerine Japonları Ruslara karşı Osmanlı’nın yanına çekmeyi gerekli görür. Japon İmparatoru Meiji ile Sultan II. Abdülhamit’e mektuplar yazamaya başlar. İki ülke arasındaki yakınlaşmanın ilk kıvılcımını ateşleyen hareket adamı, 1903-1908 arasında Tokyo’da Japonca öğrenir. İmparatorluk ailesiyle dostluk kurup üst düzey bazı devlet adamlarının ihtida etmesine vesile olur. Cumhuriyet döneminde Konya’nın Böğrüdelik Köyü’ne yerleşen Abdürreşid İbrahim 1933’te 76 yaşındayken yeniden Japonya’nın yolunu tutar. Yapımı için büyük çaba sarf ettiği Tokyo Camii 1937’de ibadete açılır. Caminin ilk imam-hatipliğini de üstlenir. 1939’da İslamiyet’in Japonya’da resmî din olarak tanınmasına ve teşkilat kurma hakkı kazanmasına öncülük eder. 17 Ağustos 1944 günü 87 yaşında Tokyo’da vefat eder ve Müslüman mezarlığına defnedilir.
İslam âleminin vaziyetini dirayetle ortaya koymak
Abdürreşid İbrahim Efendi’yi yakından tanıyan, onu çok seven ve ondan çok etkilenen Mehmet Âkif, Safahât’ın ikinci kitabında büyük seyyahın gözünden öncelikle hilafetin emanetçisi olarak ümmetin sorumluluğunu taşıyan Osmanlı payitahtının içinde bulunduğu durumu gözler önüne serer. Ardından Osmanlı coğrafyası dışında kalan Müslüman topluluklara ait gözlemlerini dizeye döker. Böylece İslâm âleminin bir asır önceki ilmî, siyasi ve ekonomik tablosunu çarpıcı ifadelerle yansıtır.
Abdürreşid İbrahim’in yolculuğu İstanbul’da başlar, İdil-Ural bölgesi üzerinden Türkistan’a, oradan Uygur bölgesine (Doğu Türkistan) uzanır ve Hindistan üzerinden dönerek İstanbul’da son bulur. Zira İstanbul, Osmanlı Devleti’nin -tüm Arap coğrafyasını ve Balkanları da kapsayacak şekilde- dolayısıyla hilafetin sembolüdür. Bu güzergâh, İslâm coğrafyasını Osmanlı merkezinde ele alan bir zihniyetle çizilmiş olmalıdır.
Aynı duygu ve düşünceleri paylaştığı yakın dostu Abdurreşid İbrahim’in, Mehmed Âkif’in Safahat’taki birçok şiirine, özellikle ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ adlı şiirine büyük etkisi olduğu müsellemdir. Bu uzun şiir, “Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr ammâ” mısraıyla başlayan takdimden itibaren neredeyse bütünüyle büyük seyyah ve gözlemcinin dilinden aktarılır.
Abdürreşid İbrahim’i Âkif’in gözünden tanımak
Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr ammâ,
Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.
Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,
O mehîb alnı, pek mûnis olan didârı,
Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,
Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!
Hele gözler iki mihrak-ı semâvidir ki:
Bir şuâıyle alevlendiriyor idrâki.
Ah o gözlerden inen huzme-i nûrânûrun,
Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebûn! (Safahat, s.406).
Orta Asya ve Türkistan’ı eski Velûd hâline döndürebilmek
İbn-i Sina ve İmam Buhari gibi binlerce âlime yurt olmuş topraklarda toplumu esir alan cehalet ve hurafeler Abdürreşid İbrahim’i ve onun gözlemlerini nazma döken Mehmet Âkif’i derinden yaralar:
O Buhârâ, o mübârek o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbn-i Sînâ ́ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
Tek çocuk vermiyor âguşuna ilmin, ne akîm!
O rasadhâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk,
Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk… (s.426)
“Böyle gördük dedemizden!” saplantısından kurtulabilmek
Çin’de Mançurya’da din bir görenek, başka değil.
Müslüman unsuru gâyet geri, gâyet câhil.
Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca?
“Böyle gördük dedemizden!” sesi milyonlarca
Kafadan aynı tehevvürle, bakarsın, çıkıyor!
Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor.
Görenek hem yalınız Çin’de mi salgın; nerde!
Hep musâb âlem-i İslâm o devâsız derde.
Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir müslümanı;
Bir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanı;
Dinleyin her birinin rûhunu: Mutlak gelecek,
“Böyle gördük dedemizden!” sesi titrek, titrek!
“Böyle gördük dedemizden!” sözü dînen merdûd;
Acabâ sâha-i tatbîki neden nâ-mahdûd
Çünkü biz bilmiyoruz dîni. Evet, bilseydik,
Çâre yok gösteremezdik bu kadar sersemlik.
“Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlâli
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!
Bu havâlîdekiler pek yaya kalmış dince;
Öyle Kur’an okuyorlar ki: Sanırsın Çince!
Bütün âdetleri âyîn-i mecûsiye karîb;
Bir şehâdet getirirler, o da oldukça garîb. (s.430-432).
Japonlar’ın hidayetine vesile olabilmek
Abdurreşid İbrahim’e göre Rus toplumunda rüşvet yaygın olmasına rağmen Japonlarda rüşvet hiç yoktur. Ruslarda ahlak çok bozulmuş, Japonlar çok ahlaklı ve çalışkan bir millettir. Büyük seyyahın bu gözlemlerinden Âkif, Japonların İslam’a çok yatkın bir yaşayışları olduğunu, ismen değil ama davranış itibarıyla Müslüman gibi olduklarını ifade eder:
Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvîre zaferyâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,
Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.
Siz gidin, safvet-i İslâm ́ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,
Müslümanlıktaki erkânı sıyânette ferîd;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.
Doğruluk, ahde vefâ, va‘de sadâkat, şefkat;
Âcizin hakkını i‘lâya samîmî gayret;
En ufak şeyle kanâat, çoğa kudret varken,
Yine ifrât ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;
“Öleceksin!” denilen noktada merdâne sebat;
Yeri gelsin, gülerek oynayarak terk-i hayat;
İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek,
Nef‘-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek,
Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada…
Âdemin en temiz ahfâdına mâlik bir ada. (s.434).
Doğruluk, ahde vefa, vaade sadakat, şefkat, zayıfın hakkını gözetme, az ile kanaat, cömertlik, namusa düşkünlük, kutsal için canını feda edebilecek düzeyde adanmışlık, şahsi ihtiraslardan kurtulmuş olma, Batı’nın yalnızca fenni ile ilgilenip moda vb. zararlı özelliklerine mesafeli durabilme gibi vasıflarıyla Âkif’in ideal toplumunda bulunması gereken tüm özellikler Japon toplumunda mevcuttur. Noksan kalan tek şey kelime-i şahadettir. Bunun için de Osmanlının himmetine ihtiyaç vardır. Abdürreşid İbrahim’den dinlediklerini şiir diliyle aktaran Âkif’e göre Japonlar, Müslümanların yeterince ayırt edemediği bir hususta da muvaffak olmuşlar, Avrupa’nın fenni ile ahlâkını birbirinden ayırarak, yalnız fennini almışlardır:
Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle…
O da sahiplerinin lâhik olan izniyle.
Dikilip sâhile binlerce bâsiret, im’ân;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız. (s.436).
Müslümanların birlik ve beraberliğini tesis etmek için en yüksek seviyede çarpan iki kalbin sahipleri olarak Abdürreşid İbrahim ile Mehmet Âkif, İslam’a ziyadesiyle yatkın olan Japonların azıcık bir gayretle ihtida edeceklerini belirtir. Hıristiyan misyonerlerin gece gündüz dünyanın dört bir yanında büyük gayretler ortaya koymasına rağmen Müslüman âlimlerin İslam’a davet hususunda çok geri kaldıklarını esefle ifade etmektedir:
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde Osmanlıların gayreti lâzım arada,
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulemâ, vahy-i İlâhî’yi mi bilmem, bekler? (s.436).
Fitne girdabından kurtulabilmek için Allah’ın yardımını istemek
Mehmet Âkif, Abdürreşid İbrahim’in yıllar süren uzun seyahatleri ve derin gözlemleri neticesinde sunmuş olduğu mevcut durum değerlendirmesini şu duayla noktalar:
Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder… – Âmîn!
Doğru yol hangisidir, millete göster… – Âmîn!
Rûh-i İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te’dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,
Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn
Bî-günâhız çoğumuz… Yakma İlâhî! – Âmîn!
Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,
Kıt’alar kaynayarak gitti o girdâb içine!
Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur,
Kalan âvârelerin hâli de ma’lûmundur.
Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enîn!
Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab! – Âmîn!
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu…
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek ‘Şer‘-i Mübîn’;
Hâksâr eyleme ya Râb, onu olsun… – Âmîn!
Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.
15 Ramazan 1330 / 15 Ağustos 1328 (28 Ağustos 1912).
(Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, s.490-492).
Kaynaklar:
– Mehmet Âkif ERSOY; Safahât. Hazırlayan: Abdullah Uçman, Çağrı Yayınları İstanbul 2013, s.386-490.
– İsmail TÜRKOĞLU; “Mehmet Âkif’in Süleymaniye Kürsüsü’ndeki Vaizi Abdürreşid İbrahim”, Vefatının 60. Yılında Mehmet Âkif Sempozyumu Bildirileri içinde, Editör: İnci Enginün, Düzenleyen: İslâm Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Vakfı – 30 Aralık 1996, İSAR Yayınları. İstanbul 1997, 117 s.