Trump’a karşı gerçekleştirilen suikast girişimi, öncesinde yaşananlarla birlikte düşünüldüğünde “süper güç” olarak tanımlanan ABD’nin de artık siyasi istikrarsızlık örnekleriyle anılmaya başlandığını gösteriyor.
Siyasi davalarla önü kesilmeye çalışılan bir eski başkan ve yeni başkan adayına -ki 34 ayrı suçtan mahkûm edildi- karşı sergilenen tavır, “demokrasinin beşiği, özgürlükler ülkesi” olarak kendisini takdim eden ABD tarihine bir hukuk garabeti olarak geçti.
Elbette Trump, tavırları ve siyasi hamleleriyle çok farklı ve daha önce hiç örneği görülmemiş bir başkanlık modeli sergiledi.
Yine onun seçimleri kaybetmesinin ardından gerçekleşen Kongre Binası baskını da ABD tarihinde çok derin bir travma olarak kayıtlara geçti.
Trump’ın ABD’ye yakışmadığını düşünen ABD müesses nizamı da onu engellemek için hem başkanlığı döneminde hem de yeniden aday olamaması için sonrasında binbir türlü hile ve desiseye başvurdu.
Öyle anlaşılıyor ki yaptıkları her şeye rağmen adaylığına engel olamadıkları Trump’ı, bir oldubittiyle tamamen yok etmek istiyorlar.
Miting alanındaki tek çatının korumaya alınmamış olması ve görgü tanıklarının “Biz gizli servis elemanlarını iki-üç dakika önce uyardık” şeklindeki ifadeleri, çok büyük bir zafiyet dışında, bir derin teşebbüsü de işaret ediyor; “Trump’ı acaba Gizli Servis mi yok etmek istiyor?” sorusuna muhatap olarak.
Suikastçıyı canlı ele geçirmek yerine öldürmeleri de bu noktada yine çok kafaları karıştıran bir detay gibi duruyor.
İşte bütün bu ve benzeri şeyler, ABD’nin son yıllardaki karnesine üçüncü dünya ülkesi notları ekledi.
Genel olarak, “üçüncü dünya” ülkeleri olarak tanımlanan bu ülkelerde olup bitenleri pek çok açıdan dışa bağımlı iradeler, darbeler, suikastlar ve taraflı yargılamalar ile tarif ediyoruz.
“Üçüncü dünya” kavramı ilk kez Alfred Sauvy tarafından, Doğu ve Batı bloklarına üye olmayan ülkeleri tanımlamak amacıyla 14 Ağustos 1952’de kullanılmıştı.
O dönemde liberal Batı birinci, komünist bloğu ikinci, geriye kalanlar da üçüncü dünya olarak tanımlanmıştır.
Dolayısıyla üçüncü dünya kavramı somut olarak değerlendirildiğinde coğrafi anlamda tüm Asya (Japonya, Rusya hariç), Orta Doğu (İsrail hariç), Okyanusya (Avustralya hariç), Afrika (Güney Afrika Cumhuriyeti hariç) ve kuzey yarım kürede (Avrupa, ABD ve Kanada hariç) konumlandırılabilir “ideolojik kökenli” bir kavram olarak kurgulanmıştır.
“Öğrenmeden öğretemezsin” temel ilkesi öyle anlaşılıyor ki ABD için tersine işlemeye başlamıştır.
Trump ve Biden gibi iki şahsiyet arasına sıkışmış ABD, hızla dışladıklarının safına ilerliyor gibi görünüyor.
Epiktetos, “Hırsız özgür irademizi çalamaz.” diyor.
ABD’nin özgürlüklerini de hırsızlar çalamaz nihayetinde.
Zira bu noktada kendi kendini istikrarsız sulara iten bir anlayışı konuşmak zorundayız.
Gittikçe daha fazla şekilde duyguların esiri olan ABD, bu yönüyle de zayıflara çok daha fazla benziyor.
Roma’nın hatta Batı tarihinin tek filozof kralı, Machiavelli’nin tasnifine göre de “en iyi beş imparator”un sonuncusu olan Marcus Aurelius, toplumsal uyumu; “Ayaklar, eller, göz kapakları, altı üstü sıralı dişler gibi birbirimize yardım için doğduk.” sözleriyle tarif etmişti.
ABD her geçen gün kaybettiği uyumla da bir yığın görüntüsü oluşturmaya doğru yol alıyor.
İbn Haldun’un; “Her devlet -farklı devletler kurmuş milletler vardır elbette- tarihteki en güçlü rolünü bir defa oynar.” dile getirdiği hakikat hiç şaşmadığına göre, ABD için farklı bir şey söylenebilir mi?
Tarih ya da talih ABD’ye torpil yapabilir mi?
Ben öyle olacağına inanmıyorum.
100 ya da 200 yıl da sürecek olsa gidiş çöküşe doğrudur.
Bu hakikati belirleyecek olan en temel şeylerden biri de ABD dışındaki dünyanın nasıl davranacağıyla ilgilidir.
İnsan vücudu gibi devletlerin de hastalığa dayanma kudretleri farklılık gösterir.
Mutlak ölümleri geciktiren tek şey de bu gerçektir.
Bakalım ABD ortaya çıkan hastalıklarına ne kadar direnebilecek…
15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü’müz kutlu olsun. Rabb’im şehitlerimize rahmet eylesin, gazilerimize de uzun ve sağlıklı ömürler versin…