İsrail ordusu 8 Haziran 2024 Cumartesi günü Gazze Şeridi’nin orta bölgesinde kalan Nuseyrat Mülteci Kampı’na yönelik, sözde rehine kurtarma adında geniş çaplı bir operasyon gerçekleştirdi. Günün sonunda 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısında Hamas’ın ele geçirmiş olduğu rehinelerden dört tanesinin sağ olarak kurtarıldığı ancak bu operasyon kapsamında 210 Filistinlinin katledildiği anlaşıldı.
Operasyonun icrasında kullanılan yöntemden tutun da ABD’nin ne kadar sürecin içinde olduğuna, rehineler kurtarılırken sivil can kaybına ehemmiyet verilmemesine ve operasyondan sonra yapılan yorumlara kadar nereden baksanız elinizde kalacak bir durumla karşı karşıya kaldık.
Zira sahadan gelen bilgilere göre; Nüseyrat Kampı’nın içine sızmak için, ABD’nin Gazze kıyısına inşa ettiği seyyar iskeleden hareket eden bir insani yardım kamyonunun kullanıldığı, rehinelerin nerede saklandığına dair istihbaratın ABD’nin bölgede görev yapan birliklerinden sağlandığı, rehine kurtarma operasyonuna İsrail ordusundaki özel anti-terör biriminin yanı sıra bölgede konuşlu ABD özel kuvvetleri askerlerinin de katıldığı ve kurtarma operasyonu yapılırken sivil hedef hassasiyeti gözetilmediği hatta bölgede bulunan tüm sivillerin hedef olarak algılanıp ateş altına alındığı gibi bilgiler durumun vahametini göstermektedir.
Oysa uluslararası insancıl hukuk kuralları, “bir düşmanın güvenini, koruma hakkına sahip olduğuna ya da bunu sağlamak zorunda olduğuna inandıran eylemler yoluyla kazanmanın ve bu güvene ihanet ederek ölümüne ya da yaralanmasına yol açmanın yasa dışı olduğunu” belirtmektedir.
Ayrıca uluslararası insancıl hukukun yanı sıra savaş hukuku da böylesi bir operasyonda, “sivil statünün taklit edilmesini, sivil ulaşım araçlarının veya insani yardım için tahsis edilmiş araçların kullanılmasını, sivil kıyafetlerin veya insani yardım çalışanlarının kıyafetlerinin giyilmesini” yasaklar. Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü, “haince öldürme veya yaralamayı” bir savaş suçu olarak sınıflandırmaktadır.
Dolayısıyla İsrail ve ABD ortaklığında 8 Haziran günü gerçekleştirilen sözde rehine kurtarma operasyonunda, başından sonuna kadar savaş suçu işlendiği açık ve sarihtir. Bu nedenle de Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından bu konuda gerekli kovuşturmanın yapılması gerekmektedir.
Bu son olay, zaten 7 Ekim’den beri İsrail’i; silah yardımı, mali yardımlar ve siyasi destek sağlamak suretiyle destekleyen ve bu cihetle de İsrail’in işlediği soykırım suçlarının ortağı hâline gelen ABD’nin Gazze’deki durumunu daha da tartışmalı duruma getirmiştir.
Zira ABD bir taraftan İsrail’i destekleyip katliamlarını devam ettirmesini mümkün kılarken diğer taraftan da sözde ateşkes yapılması için taraflar arasında dolaylı da olsa ara buluculuk yapmaktaydı.
Hatta en son 31 Mayıs tarihinde ABD Başkanı Biden, üç aşamalı ve altı haftalık bir ateşkes planını açıklamış ve bu planın İsrail’in planı olduğu söylenmişti. Buna rağmen İsrail, söz konusu planda; askerlerin Gazze’den geri çekilmesi ve nihai ateşkesin sağlanması gibi kabul edemeyeceği maddeler olduğunu ileri sürerek planı reddetmişti.
Aynı ABD’nin bu sefer; İsrail’in aylardır hazırlıkları devam eden kurtarma operasyonuna istihbarat ve lojistik destek vermesinin yanı sıra, sözde Gazze’ye insani yardımların ulaştırılması için inşa edilen iskeleyi böyle bir operasyon için kullanıma sunması ve operasyona kendi askerlerinin katılmasına izin vermesi nedeniyle de bu süreçteki rolü iyice açığa çıkmış olup, bu hâliyle Amerika’nın taraflar arasında ara bulucu olması söz konusu bile değildir.
Operasyondan sonra ABD’li yetkililer tarafından yapılan açıklamalara bakıldığında da ara bulucu bir taraftan ziyade bizatihi çatışmanın tarafı olan bir aktörün yaptığı/yapacağı açıklamalar görülmektedir.
Zira ABD Başkanı Biden ve Dışişleri Bakanı Blinken’ın yanı sıra Pentagon Sözcüsü de yapmış oldukları açıklamalarda İsrailli rehinelerin kurtarılmasını sevinçle karşılarken operasyon sırasındaki kabul edilmez kural ihlalleri nedeniyle öldürülen 210 Filistinliye dair tek kelime bile etmemişlerdir.
ABD’nin son rehine de kurtarılana kadar İsrail’in yanında olduğunu ifade eden ABD’li yetkililer, masum Filistinli sivillerin yaşam hakkını ise görmezden gelmişlerdir. Dört rehineyi kurtarmak için 210 Filistinlinin öldürülmesine ses çıkarılmaması, “ABD nezdinde İsrailli rehinelerin hayatlarının Filistinlilerden daha değerli olduğu” şeklinde yorumlanmasına yol açmıştır.
En vahim olanı ise ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller’ın, bu operasyonun hemen öncesinde geçtiğimiz perşembe günü yapılan mutat basın toplantısında kendisine, İsrail’in güvenli bölge olarak kodlanan, sivillerin sığındığı bir UNRWA okuluna düzenlediği ve en az 40 Filistinlinin ölümüne neden olan bombalı saldırı sorulduğunda, “Hamas'ın okulun içinde saklandığı iddiasının doğru olabileceğini ve bu nedenle okulun ve içindekilerin meşru bir hedef olabileceğini” söyleyerek “İsrail'in Hamas savaşçıları yerine sivilleri hedef alma hakkı olduğunu” ifade etmiş olması başlı başına bir skandaldır.
Bu durum, Biden yönetimi tarafından daha önce açıklanan İsrail’in Refah’a saldırmaması veya muhtemel bir operasyonda sivillerin güvenliğinin sağlanmasına yönelik sözde kırmızı çizgilerin de bir anlamı ve karşılığı olmadığını göstermektedir.
Zira ABD Başkanı Biden bile, bir taraftan İsrail’e kırmızı çizgiler çizerken diğer taraftan ABD’nin itirazına rağmen Refah’a yönelik operasyonu başlatan ve bölgeye giren insani yardımları engelleyen İsrail’in, “Refah operasyonunu genişletmediğini ve dolayısıyla kendisinin uyarılarını dikkate aldığını” söyleyebilmiştir.
Keza ABD’nin hem dışişleri hem de Pentagon sözcüleri de şimdiye kadar yaptıkları muhtelif açıklamalarda, “İsrail’in Gazze’de soykırım suçu işlediğine dair bir kanıt bulamadıklarını” söylememişler miydi?
Aynı ABD, İsrail üzerindeki etkisini kullanıp bir ateşkes anlaşmasına razı etmesi hâlinde Hamas’ın elinde bulunan İsrailli rehinelerin hepsini, hem de hiçbir sivil kayıp olmaksızın kurtarabilecekken; buna tevessül etmemiş ve İsrail’in vahşi planına ortak olarak hem 210 Filistinlinin katledilmesine hem de uluslararası savaş hukukunun ve insancıl hukukun ayaklar altına alınmasına göz yummuştur.
Zaten Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı nezdinde İsrail’e karşı açtığı soykırım davası nedeniyle mahkemeyi eleştirip verdiği kararları yok hükmünde sayacağını açıklayan; Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savcısını da işledikleri savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant hakkında tutuklama talep etmesi nedeniyle tehdit edip kararını geri alması veya değiştirmesi için baskı yapan ABD’den tam olarak bu beklenirdi.
Şimdi söyleyin bakalım, böyle bir aktörden adil ara bulucu olmasını beklemek mümkün müdür?
Bilakis ABD bu süreçte ara bulucu olma vasfını çoktan kaybetmiş olup İsrail’e soykırımı sürdürmesini sağlayacak askerî yardımlarda bulunması ve İsrail’i uluslararası hukukun yaptırımlarından korumaya çalışması hasebiyle ancak soykırım suçunun ortağı olmuştur ve İsrail’in ardından, elbet bir gün bu suçun gerektirdiği ceza ile de yüzleşmek durumunda kalacaktır.
Haydar Oruç
10 Haziran 2024, Gölcük