Bugünlerde AB ile ilişkilerimiz artık gizlenemeyecek kadar kötü bir noktaya erişti. Devam mı, tamam mı anlamına gelen cümleler kuruluyor. Üyeliğin referanduma sunulması tartışılıyor. Türkiye tarafının artık bu tek taraflı aşktan sıkılmaya başladığı saklanacak bir hal olmaktan çıktı. Avrupa Birliğinin Türkiye’ye karşı bir muhabbet beslediğini söylemek de safça olur. Yine de AB ilişkilerini, dış politikanın genelinden biraz farklı okumak doğru olabilir. AB’nin de bizden kazanabileceklerinin bizim onlardan kazanabileceklerimizden az olmadığını anlamaları gerekiyor.
Türkiye’nin ekonomik ve hukuki standartlarını yükseltirken yanı başımızdaki Avrupa tecrübesinin olumlu katkılarının olduğunu inkâr edemeyiz. Ancak bu katkının ilanihâye sürecek bir bağımlılık veya angajman olmadığını bilmeleri şart. AB’nin Türkiye’yle ilişkilerinde nasıl ki Birlik ve üye ülkelerin menfaatlerini gözeterek tercihlerini yapıyorsa Türkiye de AB ilişkilerinde aynı çerçevede hareket etmek durumunda.
Son günlerde Suriye, PKK/PYD ve başarısız darbe girişiminin sonuçları hakkında, Birliğin açıkça taraf olan çıkışları, ilişkilerin gerilmesine ve halkın AB’ye zaten azalmış olan sempatinin iyiden iyiye yok olmasına yol açacak bir gerilim sebebi.
Diğer taraftan, Birlik ile Türkiye arasındaki ilişiklerde temel referans metnini oluşturan Ankara Anlaşması’nın 2. maddesinde bu Anlaşma’nın amacı düzenlenmiştir. Maddeye göre, “Türkiye ekonomisinin hızlı kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi özendirmektir.” Maddedeki bu değerli amaç yönünde Türkiye’nin fedakârlıkları dışında ciddi olarak neler yapıldığını da sorgulamak gerekiyor.
Türkiye, üyelik garantisi veya serbest dolaşım gibi başkaca bir avantaj kazanmadan 1996 yılında Gümrük Birliği’ne benzeri görülmemiş bir uygulamayla girerek kendisini açık bir pazar olarak AB pazarına sunmuş oldu. AB’nin değil de, dönemin hükümetinin sunduğu bu teklif, Avrupa ülkelerinin hayal edemeyeceği ve reddedemeyecekleri kadar cazipti. Ürettikleri malları ve hizmetleri, sıfır vergi ile Türkiye’ye satabileceklerdi. Bundan kendi lehlerine sonuna kadar yararlanmayı başardılar.
Bugün ithalatımızın neredeyse yarıya yakını AB ülkelerden ithal edilen ürünlerden oluşuyor. Türk ürünlerinin Gümrük Birliği’nin ilk yıllarında, standartlar bahane edilerek veya çoğu kez tarımda ilaçlama gibi gerekçelerle Avrupa pazarına girememesi dolayısıyla sıfır vergilendirme avantajını tam olarak değerlendiremediğini biliyoruz. Gümrük Birliği, Türkiye’nin tek taraflı risk üstelenerek yapabileceği azami fedakârlık sınırını ve Birliğe girmedeki samimiyetini de gösteriyordu. Ayrıca, gelecekte yükselmesi muhtemel sektörlerini, Avrupa ticari devlerine boğdurma riskini alarak sahaya inmiş oldu. Elimizde bu konuda net istatistikler olmasa da, üretim alanında birçok sektörün gelişmesine kendi ellerimizle engel olduğumuzu söyleyebiliriz.
Fakat bugün yıllar geçtikçe ihracatımızın en büyük payının sürekli olarak AB ülkeleri ile oluşmaya başladığını da fark etmemiz gerek. Tabii ki, buradan AB’nin payının mı çok büyük olduğu, yoksa dünyanın geri kalanını ihmal ettiğimiz mi anlaşılmalı, bu tamamen ayrı bir bahsin konusu.
2005 Ekim’inde Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferans ile Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine resmen başlanmış olurken Türkiye için Müzakere Çerçeve Belgesi de yayımlanmıştı.
Türkiye ile AB ilişkileri 1999 Aralık ayında Helsinki’de düzenlenen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’yle Türkiye’nin adaylığı resmi olarak onaylanmıştı. Bunun anlamı, Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağıydı. Aradan geçen zamanın, böyle bir eşitliğin gözetilmediğini bize açıkça ispat ettiğini görüyoruz.
Yıllık İlerleme Raporlarında her zaman en istisnai konularda detaylar üzerinden Türkiye acımasızca eleştirildi. Halbuki Yunanistan, Hırvatistan, Bulgaristan veya Romanya gibi ülkeler söz konusu olduğunda eleştiriler yerine, aceleci adımlarla kabul ve onaylama süreçleri işletiliyordu.
Türkiye’nin Kopenhag’dan başlayarak gereken siyasi kriterleri ve özellikle 2000 sonrasında hukuki mevzuatı baştan sona elden geçirmesi; Birlik müktesebatıyla uyumlaştırma (harmonizasyon, ahenkleştirme) yolunda atılan adımlar; ve izleyen yıllarda açılan fasılların tamamlanmasındaki gayret ve başarısı AB tarafından çoğu kez göz ardı edildi.
Zamanla, Katılım Müzakerelerinde 16 fasıl müzakerelere açılırken, bir fasıl geçici olarak kapatılmıştı. 2015 Aralık ayında 17. Ekonomik ve Parasal Politika faslı müzakerelere açıldı. Ancak bugün AB ile ilişiklerde ne AB’de ne de Türkiye’de 5-10 yıl öncesindeki iştah kalmadı. Türkiye’nin içişlerine rahatlıkla karışabilen, ilgili ilgisiz her konuda yeterli araştırmayı yapmadan önyargıyla hareket eden bir AB bürokrasisine, haklı olarak gerekli cevaplar en yüksek sesle veriliyor. Türkiye ile kıyas edilemeyecek durumda olan Hırvatistan, Bulgaristan, Macaristan, Romanya gibi ülkeler alelacele Birliğe alınırken Türkiye’nin açıkça içişlerine müdahale anlamına gelen siyasi dayatmalar ve tehditlerin ardı arkası kesilmedi.
Bununla birlikte, yine de ithalat ve ihracat oranları ve yabancı sermaye girişleri dikkate alınacak olursa rasyonel ve özenli hareket etmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen bir sözü günlük hayatımızda bir prensip edinmek gerekiyor, Belki de devlet ve dış politika işlerinde de aynı kural geçerli: “Hiçbir zaman çıktığınız kapıyı şiddetle çarpıp kapamayın…”
Teenniyi ve akılcılığı kenara bırakmadan 60 yılda yetişen ağacın meyvelerini onlara terk etmeden AB’den almamız gerekenleri azami ölçüde almalı, onların olayları bizim gözümüzle görmelerini sağlayacak tanıtım ve lobi faaliyetlerini de en üst seviyeye çıkarmalıyız. Ancak, biz bunları yaparken, artık Türkiye’nin kompleksleri ve katı saplantılı angajmanları olmayan ve gözardı edemeyecekleri bir güç olduğunu hatırlamalarını sağlamalıyız…