1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurarak başlayan bu süreç 12 Eylül 1963 Ankara Antlaşması ile AET’ye üyeliğimiz ile devam eder. 1980 askeri müdahalesi ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşma isteğimiz sekteye uğrarken günümüzde ise başarıya ulaşmayan bir darbe girişimi sonrasında AB üyelik süreci askıya alınan bir Türkiye var orta. Bu durum aslında AB ülkelerinin zamanla yaşadığı çelişkiyi ve içine düştüğü karmaşanın göstergesi niteliğindedir.
14 Nisan 1987’de Türkiye tam üyelik başvurusunu yaparken 1996 yılında Avrupa Gümrük Birliği’ne katılımımız gerçekleşir. Ama hala tam üyelik gerçekleşmemiştir. 1996 yılına kadar da o yıldan sonrada ülkemizin yönetiminde bulunan her lider ve onun kabine üyelerinin klişe sözlerinin başında gelen; hedefimiz muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktır’ ifadeleridir. Bu hedefin AB üyeliği ile gerçekleşeceği ise ortak bir konsensüs olarak kabul edilmiştir.
AB ülkeleri Türkiye ile müzakere süreci içersinde iken muassır medeniyetler seviyesine ulaşmak için kendi birliğine girmeyi hedef olarak belirleyen bir ülkeye karşı farklı uygulamalar göstermeyi ise ihmal etmez. Ermeni yasa tasarısı bazı ülkelerin meclislerinde tek tek kabul edilirken, Türkiye’de gerçekleştirilen suikastlar ve saldırıların sorumlularını geri teslim etmek bir yana failleri birer özgürlük savaşçısı rolünde görmekten çekinmez.
AB’nin yaptığı yanlış uygulama ve tutumlardan sonra farklı grup ve birliklere girme düşüncesi her dönem içimizde dile getirilse de AB’ye girme isteği kadar istikrarlı olmaz, zaman zaman dile getirildiği kadar kalır. Okullarda halen Avrupa’da incelenen ve örnek alınan eğitim sistemleri uygulanmaya çalışılırken her gencin bilincinde muasır medeniyet sözü AB’ye üye olunarak gerçekleşeceği algısı yerini korumaktadır. Zorunlu din eğitimi veriyorsunuz diye suçlanan ülkemize karşılık kendi dinlerini zorunlu olarak vermeyi ihmal etmeyen bir Avrupa vardır karşımızda.
2000’li yıllarda Ortadoğu’da başlayan karmaşa ve yaşanan çatışmalardan sonra mültecilere karşı gösterilen davranışlarla AB’nin insani değil dini ve ırkçı bir birlik olduğu daha net olarak anlaşılacaktır. Aslında bu gerçek yıllardır bilinen bir olgu olsa da ilk defa bu kadar net olarak Avrupa’nın insani uygulamalar açısından ofsayta düştüğü bir dönem yaşanmıştır. Savaş sonucunda ülkelerinden göç eden insanların tişörtlerini yapıp satmak, ziynet eşyalarına el koymak, iki bin mülteci sayısını kabul edilemez olarak görmek, AB’nin nasıl bir birlik olduğu sorusunun net cevaplarından sadece birkaçıdır.
15 Temmuz’da hain darbe girişiminin faillerini koruyan ve Türkiye’yi kana bulayan PKK terör örgütü ile onların siyasi uzantılarının hamiliğini demokrasi söylentileri ile gerçekleştiren bir birlik var karşımızda. Koruduğu teröristlerin hatırı o kadar büyük ki 24 Kasım günü yine müzakereleri durdurmaktan çekinmeyen bu birliğin 15 Temmuz gecesi ülkemizin verdiği 244 şehidi hiçe saydığını ve verilen demokrasi mücadelesini görmek istemediğini anlayabiliyoruz.
Uzun bir süre AB ile yaşanan bu gelişmelerin sonucunda AB ile muassır medeniyetler seviyesine ulaşma isteğinin ortadan kalktığını düşünmek istiyorum. Çünkü o muassır medeniyetlerin seviyesi ne Batı’da ne de Doğu’da bulunuyor. O medeniyet eğer çıkarabilmeyi başarırsak içimizde yer alıyor…