Semiyolojik bir okuma, verilmek istenen mesajların işaretler üzerinden ele alınması anlamına gelir… İsviçreli dil bilimci Ferdinand de Saussure semiyolojiyi, “İşaret Bilimi” ya da gösterge bilim olarak ilk kullanan kişidir… Tıpçılar da hastalıkların semtomlarını tanımlamak için aynı alana müracaat ederler…
Bundan mülhem bir sosyolog da, sosyolojik hadiselerin izini pekâlâ toplumun yansıttığı işaretlerden anlamaya çalışabilir…
Saussure: “Dile; ‘Seçiniz!’ denir, ama hemen arkasından eklenir: ‘Bu gösterge seçilecek, başkası değil’ Birey istese de, yapılan seçimi hiçbir yönden değiştiremez. Yalnız birey mi? Toplum da bir tek sözcük üstünde bile egemenliğini yürütemez; dil nasılsa ona öylece bağımlı kalır” der…
Yine Berke Vardar da, “Dilin dokunulmaz olduğu, ama bozulmaz olmadığı da söylenebilir. Dilin dokunulmazlığı ilkesi 19. Yüzyıl’a özgü bir ilkedir ve artık geçersizdir” der.
Peki, bu alıntıları yaparak ne demek istiyor, sözü nereye vardırmaya çalışıyorum… Semiyoloji’nin bize gösterdiği hakikati söylemeye ve tabi ki sözü de o hakikatin etkilediği 23 Haziran’a vardırmaya çalışıyorum…
Şimdi soru şu: Eğer gerçek yukarıda yaptığım alıntılardaki gibiyse 23 Haziran’a ait iletişim dilimizi kimler, hangi araçları kullanarak ve ne amaçla bozdular?
Ardına düşmemiz gereken bu sorular, bizi oldukça ilginç cevaplara ulaştırabilir…
Jean Paul Sartre: “Aynı zihinde doğrular ve yanlışlar birlikte yaşarlar. Ve zamanla yanlış bilgi adeta bir gaz kaçağı gibi doğru bilgiye sızar ve onu etkiler” diyor…
Unutmayın! Biz 17-25 Aralık’tan beri başta FETÖ olmak üzere birçok terör propagandisti ile aynı toplumsal hafızayı birlikte kullanıyoruz. Bütün bu yapıların ve onlara destek veren dış etkenlerin, özellikle sosyal medyanın ve tabi “Yeni Medya” olarak tarif edilen bütün iletişim kanallarının da etkilediği bir ortamda, bütün “doğru”larımızın ne denli bir “gaz kaçağı” ile karşı karşıya olduğu yeterince açık değil mi?
Evet, mademki dil dokunulmaz ama bozulmaz değil, o zaman bu dili birilerinin bozduğu da bir hakikat değil mi? Hem de jet hızıyla…
“İşaret edilen şey değişmez ama onu işaret eden simgeler, harfler değişir’ ilkesiyle baktığımızda, bize kimler kendi bakış açısını ya da sembollerini dayatmıştır?” Örneğin, “kardeş” kavramının kendisine gösterenlik yapan “k-a-r-d-e-ş” ses dizilişiyle hiçbir iç bağıntısı yoktur. Başka herhangi bir diziliş de onu aynı oranda gösterebilir. Yine hiçbir dilde bu harf dizilimleri aynı değildir ama işaret ettiği şey aynıdır ve “kardeş”tir…
Sonuç olarak; 23 Haziran’da herkes “İstanbul” dedi… Fakat hiç kimse aynı iletişim dilini kullanmadı…
Yukarıda zikrettiğim guruplar tarafından teknolojinin bütün imkânlarıyla bir yalan ve iftira stratejisi izlendi ve toplumun daha önce inandığı iletişim dili çürütüldü ve bir dil icat edildi…
Çürütüldü diyorum çünkü belediyecilik adına 25 yılda yapılan devasa hizmetler, 17 yılda da merkezi yönetimde yapılanlar ve Türkiye’nin geldiği muazzam uluslararası seviye, dilini koruyan hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği şekilde inkâr edildi…
İşaret edilen İstanbul olsa da işaret eden aynı değildi artık… Dil bozulmuştu bazılarımız için… Lakin umudum tamdır. İstanbul tarihte olduğu gibi kendi tanımını yeniden bulacaktır…