DİRİLİŞ POSTASI / GÖKHAN EREK
Türkiye Cumhuriyeti’nin, mevcutta kullanılan 1982 Anayasası, 1980 Askeri Darbesi’nin ardından yapılmış, her ne kadar üzerinde düzenlemeler yapılsa da o dönemin otoriter ve darbeci zihniyetinin izleri tam olarak silinememiş ve onca değişikliğin ardından yamalı bir bohça olarak karşımızda durmaktadır. Peki 1982 Anayasası hangi sorunları barındırmakta, aradan 41 yıl geçmesine rağmen hayatın olağan akışında ne gibi sıkıntılara sebep olmakta, 1982 Anayasası’na neden ‘Yamalı Bohça’ denilmekte? Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Abdulkadir Saka, Diriliş Postası’na değerlendirdi.
Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Abdulkadir Saka Uluslararası hukukun, usulî kurumları haricinde, bir hukuk disiplini olarak kabul edilip edilmeyeceğinin kuvvetli bir meşruiyet zemininde tartışıldığını hatırlatarak, “Kabaca, müeyyidenin yokluğu, bir hukuk kuralının varlığı noktasında şüphe oluşturur ve uluslararası hukuk açısından tartışma bu noktada düğümlenir. Müeyyidesizlik uluslararası ilişkilerde neredeyse kural gibidir. Mevzu esasen yalnızca hukuk tekniğini ilgilendiriyor gibi görünse de ne yazık ki beşeriyetin bugüne kadar biriktirdiği ne varsa kanlı bir biçimde sadeleşerek yok oluyor. Bu bağlamda yakın coğrafyamız başta olmak üzere zulüm gören kardeşlerimizin tamamının inayeti için dua ediyorum. Cumhuriyetin bir asrı devirip yenisine merhaba dediği bu zaman diliminde devlet ve milletime de dirlik niyaz ediyorum.” dedi.
1982 Anayasası’nın yapımı ve uygulamasındaki soru işaretleri!
1982 Anayasasının, selefi gibi askerî bir müdahalenin ürünü olduğunu hatırlatan Dr. Abdulkadir Saka, sözlerini şu şekilde sürdürdü, “40 yılı aşan uygulamasıyla Cumhuriyet anayasalarının, en uzun ömürlüsü olan 1982 Anayasası, hem yapılırken hem de uygulanırken ciddi tartışmaları ve soru işaretlerini içerisinde barındıran bir metin olmuştur. Beklentiyi aşarak somutlaştıramadığımız yeni bir anayasa yapımında öncelikle mevcut Anayasa ve işleyişe dair sorunların ve eksiklerin tespit edilmesi, yol haritasının belirlenmesi açısından önem taşır. Anayasa metnine ve uygulamaya dair sorunlara genel olarak değinmeden üzerinde dikkatle durulması husus ise, yeni anayasa gündeminin, siyasi partileri ve seçim sistemini de içine alacak bir bütünlükte olması gerektiğidir. Aksi durum özellikle siyasi partilerin göz önünde tutulmaması yeni anayasadan beklentileri boşa düşürecek bir potansiyele sahiptir.”
“Toplum tarafından kabulü kolay olmamıştır!”
Dr. Saka, 1982 Anayasası’nın başta zikredilmesi gereken temel sorununun, yapımı ve yürürlüğü sürecindeki tercihler dolayısıyla meşruiyeti olduğunu belirterek, “Askerî müdahalenin toplum nazarında ne kadar kabul gördüğü bahsi bir yana, müdahale başarıya ulaştıktan sonra aslî kurucu iktidar yetkisini kullanan Millî Güvenlik Konseyi’nin anayasanın kaleme alınması ve yürürlüğü noktasındaki tavrı da anayasanın toplum tarafından kabulünü kolay kılmamıştır. 7 Kasım 1982 tarihli halk oylamasında ortaya çıkan % 91,37’lik evet oyunun bu değerlendirmeyi boşa çıkarmadığı kanaatindeyim. Çünkü hem anayasa metnini ortaya çıkaran Kurucu Meclis’in sivil kanadının teşekkül şekli hem de halk oylaması sürecindeki propaganda yasaklarının varlığı, yapılan anayasada millet etkisini sıfıra yaklaştırmıştır. Kurucu Meclis’in sivil kanadını oluşturan Danışma Meclisi’nin, Millî Güvenlik Konseyi karşısındaki yetkileri de dikkate alındığında (metne nihaî şeklini Konsey verir) anayasa yapım sürecinin net bir biçimde askerî kanat tarafından kontrol edildiği ortaya çıkar. Konsey’in mevcut duruma meşruiyet kazandırmak için ufak anayasal mühendislik hilelerine başvurduğu da görülmekle birlikte (değiştirilemez maddelerin sayısındaki artış ve içeriğindeki değişim) anayasanın kısa sayılacak süre zarfında fazlaca değiştirilmesini, mevcut yapı ve işleyişe başlangıcından itibaren geliştirilen kuvvetli itirazlar olarak okumak gerekir.” şeklinde konuştu.
“Olumsuz hatıra anayasa değişmedikçe yaşayacaktır!”
1982 Anayasası’nın ilk halindeki otoriter üslubun, özellikle temel hak ve hürriyetler bahsindeki değişimlerle büyük oranda törpülenmiş olmakla birlikte anayasaya başlangıçta şekil verenlerin olumsuz hatırasının, metin yenisiyle değiştirilmediği müddetçe yaşayacak gibi olduğuna dikkat çeken Dr. Saka, “Açıkça mevzuat engeli bulunmadığı hâlde eğitim hakkının önündeki engelleri yakın zamanda aşabilmiş olmamız, esasen anayasanın yapımındaki tercihlerin nasıl bürokratik engellere dönüşebildiğini ortaya koymuştur. Mevcut işleyiş temel hak ve hürriyetlerin devlet kurumları tarafından nasıl yorumlanacağına dair asgari bir güvenin varlığı noktasında soru işaretleri barındırmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 2008 yılındaki anayasa değişikliğini iptal etmesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.” ifadelerini kullandı.
Parti içi demokrasi süreçlerindeki isteksizlikler!
Dr. Saka, Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ve sınırlandırılması rejimini ilgilendiren değişikliklerin, siyasî hak ve hürriyetler noktasından da değerlendirilmesi gerektiğini aktararak, sözlerine şu satırları ekledi, “Temel hak ve hürriyetlerin, özellikle siyasî hak ve hürriyetleri ilgilendiren kısmında elinde hâlâ değnekle bekleyen bir kamu gücü, müeyyidelerin öncelendiği bir üslupla beklemektedir. Girişte bahsettiğimiz siyasi partilerin düzenlendiği 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda bu durum daha net bir biçimde somutlaştırılmıştır. Parti tüzüklerinde düzenlenmesi daha makul olan birçok konunun kanunla düzenlenmiş olması, partilerin iç işleyişini tekdüze bir hâle getirmektedir. Siyasi bir gerçeklik olarak partiler ile ilgili anayasanın ya da kanunun ya da daha kapsayıcı ifadesiyle mevzuatın değiştirilmesi ile aşılamayacak bazı sorunlar da bulunmaktadır. Siyasi partilerimizin parti içi demokrasi süreçlerini işletmekteki isteksizlikleri ne yazık ki mevzuattaki sorun ya da eksiklikle izah edilemez.”
1982 Anayasası’na 'Yamalı Bohça’ denilme nedeni!
Temel hak ve hürriyetler rejimini ilgilendiren konularda anayasanın başlangıcındaki hâline nazaran büyük oranda değiştiğini söyleyen Dr. Saka, “Teorik olarak hakkında sınırlama sebebi öngörülmeyen hürriyetlerin, akîbeti ve olağanüstü hâl rejiminin esaslarının hukukî güvenlik göz önüne alınarak belirli hâle getirilmesi gerekmektedir. Temel hak ve hürriyetlerin kullanımı ve buna bağlı ortaya çıkacak ihtilafların çözümü, esasında hukuk sisteminin taraflarınca sürecin işletilmesi ile neticelerini verir. Teorik olarak hürriyetlere ilişkin düzenlemeler, pratikte işlemeyen yargı süreçlerinin varlığında bir anlam ifade etmez. Bu problemin aşılması ise genel bir hukuk reformuna duyulan ihtiyacı ortaya koyar. Anayasanın büyük çoğunluğu temel hak ve hürriyetleri, kalan kısmı da siyasal iktidarı kullanan organların durumuna ilişkin değişikliklerinin bu bağlamdaki fazlalığı (19 Kez) yukarıda belirtildiği haliyle olumlu bir itiraz olarak kabul edilebilirse de süreç, metnin kendi içerisindeki düzenini bozan bir etki de ortaya koymuştur. Bu durum mülga maddelerin fazlalığı dolayısıyla estetik bir bozukluk da ortaya çıkarmaktadır. “Yamalı Bohça” benzetmesi 1982 Anayasası açısından bu duruma işaret eder.” dedi.
İşleyişte parlamenter sistemin etkisi!
Dr. Saka, anayasaların siyasal sürecin dondurularak muhafaza edilmeye çalışıldığı metinler olmadığının altını çizerek, “Çoğunlukla tacil edilen fazla sayıdaki anayasa değişikliği, sistematik bir okumayı 1982 Anayasası bağlamında zorlaştırmaktadır. Örneğin Anayasa’nın 8. maddesinde; yürütme yetki ve görevinin Anayasa ve kanunlara uygun bir biçimde Cumhurbaşkanı tarafından kullanılıp yerine getirileceği açıkça ifade edilmişken, 106. madde uygulaması sanki bakanların da bu süreçte aslî bir yetkiye sahip oldukları izlenimi oluşturmaktadır. Yürütme yetkisinin kullanılmasında siyaseten Cumhurbaşkanına karşı sorumlu mevkideki bakanların sorumluluğu konusunun Cumhurbaşkanına nazaran bile ayrıntılı bir biçimde düzenlenmesi, tercih edilen hükümet sistemi modeli ile uyum göstermemektedir. Bu durum esasen kendine özgü bir başkanlık sistemine geçiş sağlanmasına rağmen işleyişte hâlâ parlamenter sistemin etkisinin varlığıyla ilgilidir.” diye konuştu.
“Siyasal sistemin işleyişi tıkanabilir!”
Parlamenter sistemin etkisinin yasama, yürütme ilişkileri bağlamında ileride siyasal sistemin işleyişini tıkayacak potansiyelde sonuçları da içerisinde barındırdığını aktaran Dr. Saka, sözlerini şu şekilde devam ettirdi, “Artık Aslî bir düzenleyici işlem türü olan Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından etkisiz kılınması ihtimal dâhilindedir. TBMM çoğunluğuyla Cumhurbaşkanının anlaşamaması durumunda kanun marifetiyle Cumhurbaşkanının tasarruflarına müdahale edilmesi mümkündür. Çünkü yasama yetkisinin genelliğine herhangi bir istisna getirilmemiştir. Daha açık ifadesiyle TBMM’nin kanunla yapacağı düzenlemeler konuları itibarıyla sınırlandırılmamıştır. Bu noktada da kanaatimce hâlâ yasamadan kaynaklanan bir yürütme organının yani parlamenter sistemin etkileri bulunmaktadır. Siyaseten artık yasama organına karşı sorumlu olmayan yürütmenin daha net ifadesiyle seçmene karşı doğrudan siyasal sorumluluğu bulunan Cumhurbaşkanının yapacağı düzenleyici işlemlerde de bu değişikliğin karşılığının bulunması gerekir. Yasama organı kadar siyasal meşruiyete sahip yürütmenin bu olgunun bir sonucu olarak dokunulamayacak bir düzenleme alanına sahip kılınması bu bağlamda dikkate alınması gereken bir husustur. Bu durum ilerleyen zaman diliminde anlaşamayan bir TBMM ve Cumhurbaşkanının varlığında önemli yönetim zafiyeti oluşturabilir. Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’nin etkisiz kılınması neticesinde ortaya çıkacak ihtilafın çözüm mercii ise Anayasa Mahkemesi’dir. Mahkeme ise vereceği kararla esasen siyasal iktidarın kullanımında bir yönlendirici pozisyona gelmektedir. Mahkeme’nin aktivist bir tutum gösterdiği 2007-2008 yıllarındaki performansı dikkate alındığında siyaseti tayin eder bir konumda kendisini görmesi uzak bir ihtimal değildir.”
Anayasadaki sistematik bütünlük!
Anayasa’da sistematik bütünlüğün bulunmadığı eleştirisinin bazı durumlarda anayasa değişikliklerinin bizatihi kendisinden de kaynaklanabildiğini hatırlatan Dr. Saka, “Bulunduğumuz yıl içerisinde gerçekleştirilen seçimler dikkate alındığında önemli tartışmaların anayasal düzeyde cevapları bulunamayan sorular etrafında şekillendiğini tecrübe ettik. Mevcut Cumhurbaşkanı’nın yeniden aday olup olamayacağı, seçimleri yenileme yetkisinin kullanımıyla seçim takviminin başlangıç zamanının belirlenmesi ve seçim kanunlarında yapılan değişikliklerin yürürlüğünün tespiti gibi konular zikredilen bütünlük sorununun son anayasa değişikliği paketindeki iz düşümleridir. “ ifadelerine yer verdi.
“Bazı düzenleme ve kurumlara doğrudan anlam yüklenemiyor!”
Dr. Saka, anayasanın mevcut hâli dikkate alındığında bazı düzenlemeler ve kurumlara doğrudan bir anlam yüklenememesi gibi bir durumun da söz konusu olduğunu belirterek, “Anayasa’da yargı bölümünde düzenlenmiş olmasına rağmen, Sayıştay’ın anayasal konumu ve statüsü tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde tespit edilemez. Yahut Anayasa’nın 159. maddesinde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun tabiî üyelerinden birisinin Adalet Bakanlığı müsteşarı olacağının belirtilmesi yanında yürütmenin düzenleyici işlemleriyle müsteşarlık kadrosunun kaldırılmış olması anayasacılık tekniğiyle uyum göstermemektedir. Benzer durum Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu bahsinde de dikkati çeker. Son değişiklikle birlikte Cumhurbaşkanı’nın görev suçlarındaki sorumluluğu dolayısıyla mı yoksa herhangi bir suç şüphesiyle mi Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde yargılanacağı net bir biçimde anlaşılmamaktadır. Benzer durumlar milletvekili seçilebilme şartlarının tespit edilmesi açısından da söz konusudur.” dedi.
“Hayatın akışını dikkate almadan yapılmış izlenimi var!”
1982 Anayasası’ndaki bazı düzenlemelerin varlığının, hayatın olağan akışını dikkate almadan yapılmış izlenimi uyandırdığını ifade eden Dr. Saka, sözlerini şu şekilde sonlandırdı, “Anayasa’nın 78. maddesine bakıldığında TBMM seçimlerinin yalnızca savaş sebebiyle geriye bırakılabileceği öngörülmüştür. Seçimlerin öngörülen zaman diliminde yapılabilmesinin önemine binaen böylesi bir düzenlemedeki savaş sebebi makul görülebilir ise de siyasal iktidarı kullanan organlara öngörülemeyen ve üstesinden gelinemeyen olayların varlığı durumunda da inisiyatif tanınması daha uygun olur. Çok uzağa gitmeden yüzyılın depremi olarak nitelendirilen felaketin seçim günü gerçekleşmesi ihtimali karşısında ne yapılabileceğinin anayasal bir izahı yoktur.”