İnsanlık tarihinin üzerinde oturduğu ana kaidelerden biri de oluş ve bozuluştur.

Aristo, bu temel hakikati fark ettiği için düşünce tarihine sarsılmaz bir iz bıraktı.

İbn Haldun temel tarih tezini bu döngüsellikten yola çıkardığı için Arnold Joseph Toynbee’nin hayranlık seviyesindeki övgülerine mazhar oldu.

İbn Haldun ve tarih felsefesinin kurucu babası İtalyan Filozof Vico’nun yolu da bu temel hakikatte kesişti.

Hristiyanlık ve Yahudilik temelli tarih tezinin sahibi Augustinus’un “çizgisel ilerlemeci” anlayışı karşısında hâlâ ve artarak ilgi gören oluş ve bozuluş ilkesi, aklın soru sormasına izin verilen her yerde varlığını ispat etmeye devam ediyor.

Makrodan mikroya yani evrenden devlete hatta tek bir insanın hayatına kadar sirayet eden oluş ve bozuluşların arkasında ise çoğu zaman tarihçilerin ya da bilim insanlarının hesaba katmadığı bir “ruh” gerçeği vardır. 

“Tarih eğer bir kukla oyunu olmayacaksa ruhsal olayların tarihidir” diyen Georg Simmel de işte bu sebeple tarihi, mekanik bir tek-çizgiden kurtararak organik ve insana ait olanın döngüselliğine davet eder.

Simmel yine, “Siyasal ve toplumsal, ekonomik ve dini, hukuki ve teknik bütün dış olaylar eğer ruhsal hareketlerden kaynaklanmamış ve ruhsal hareketlere sebep olmamış olsalardı, bizim için ne ilginç ne de anlaşılır olurlardı” ifadeleriyle tarihsel hadiseleri ruhsuz bir fabrikasyon üretimden kurtararak muhteşem bir boyuta taşır.

Tarihsel hadiselerin arkasındaki “ruh” gerçeği olmadan, onları harekete geçiren öfkeleri, nefretleri, hırsları, sevgileri de tanımlayamayız.

Dolayısıyla her ne kadar göçmen kuşların bilinçsiz yönelişleri gibi karanlık bir yönelişi andırsa da Filistin’e yönelen siyonist katliamlar masum bir mekanikliğe indirgenmiş olur; arkasındaki kindar ruh olmadan.

Ruh ve psikolojik süreçleri ve elbette onu besleyen temel inanç ilkelerini iyi tahlil etmeyen mekanik yaklaşımlar, Gazze ve Filistin için gerçek bir çözümü de öneremiyorlar.

Hiç sevmemiş biri, seveni asla anlayamaz; zayıf biri kahraman gibi hissedemez, öfkesiz biri de öfkeliyi hissedemez.

Buradaki “Anlamak denen şeyin anlamı nedir?” sorusunu sorduran anlayışsızlık, ideolojik ve çıkarcı anlayışın kör ettiği akıl ve vicdana aittir.

Gerçek bir çözümün anahtarı, istenmiş olanın birlikte istenmesi, hissedilmiş olanın birlikte hissedilmesidir.

Bugün İsrail, “siyasi din” hâline getirdiği siyonizm ile bu zeminden fersah fersah uzaklardadır.

Bugün siyonistlerin, kendilerine binlerce yıldır kucak açmış Müslümanları katlediyor olmaları; Trecento’nun, kendilerine iyilik yaptığı aile düşmanları tarafından ve yapılan iyiliğe mahcubiyet duymadan yok edilişine benzer.

Bu yüzden de bugün Filistin’de birbiriyle aynı dili konuşmayan, çok ayrı hedeflere yönelmiş iki farklı ruhun etkilediği derin ve sarsıcı olaylar, acılar vardır. 

Bu acıların makro ölçeğinde ise döngüsel tarihin cilvesi…

Bu noktada da Eric Voegelin’in şu çarpıcı tespitine kulak verelim: “Devletlerin tarihteki yükselişi ve çöküşü, ruhun kıyamet günüdür. Her bir halk ruhu, zamanını doldurduğu vakit bu mahkemede idama mahkûm edilir. Devletler arasındaki mücadele bir kör kader gibi yönlendirilmez, aksine bu mücadelede dünyanın aklı ortaya koyulur.” 

Batı medeniyeti karşısında konumunu kaybetmiş ve dağılmış Müslümanların, döngüdeki konumu yeniden yükselişi göstermeden Filistin’de gerçek bir huzurun yakalanması oldukça zor görünüyor.

Hayatın dokusu, “dokumacı ne dokuduğunu bilemez” şeklinde tarif ediliyorsa bu, ne yazık ki bugün İslam coğrafyasının görünen acı fotoğrafı için de geçerlidir.  

Tek tesellim ise artık güçlü işaretlerini ülkemden görmeye başladığım “döngü”nün bizden yanalığıdır…