Millet olarak hiçbir zaman sömürge olmadık, olmayı kabul etmedik.

Hürriyet ve bağımsızlık bizim için hava ve su gibiydi âdeta.

Bin yıllık Anadolu hikâyemizde; üç kıtada asırlarca hüküm sürdük, coğrafyalardan önce gönülleri kuşattık, yürekleri fethettik, öncü bir medeniyet olarak ilmin bayraktarlığını yaptık, insanlık değerlerine ivme kattık, tebaamız içinde Müslüman olmayanlar da gerçek özgürlüğü ve hoşgörüyü bizde tecrübe etti. Adalet vazgeçilmezimizdi. Dünya tarihinde bu denli geniş bir coğrafyada ve bu kadar uzun bir süre içinde ‘barış ve huzur’ nasıl tesis edilir, bunun en başarılı örneğini hayata geçirdik.

Ve fakat öyle bir gün geldi ki tarihin yapıcısı olma rolümüzü devretmek zaruretine tabi olduk. Dünyayı kaosun eşiğine getiren Batı sistemi, Haçlı anlayışıyla bizi Anadolu’ya sıkıştırmayı başardı.

Gelinen aşamada soru şu: Anadolu bir çekirdekse, bir “öz” ise ‘medeniyet’ yeniden nasıl neşvünema bulacak?

Son 20 yılda yapılan pek çok şey Batı’ya teslim olmuş zihniyetin sistemsel sorunlarını çözmeye odaklıydı.

Medeniyeti inşa edecek temel ruh ise kaldığı yerden suyunda akmalıydı. Önce kaybettiğimiz ruhumuzu bulmalıydık. Gönüller sükûn bulmalıydı ki akleden kalp ancak bu şekilde her türlü cihat ortamında isabetli adımlar atabilirdi.

Sömürgeci zihniyete tabi olan rejim unsurları, ruhumuzu toprağa gömme hedefiyle camilerden külliyelere, Mevlevihanelerden türbelere kadar tüm manevi mirası yıpratmaya dönük bir politika gütmüştü.

İşte büyük resmi inşa etmeye buradan başlamalıydık. Ve öyle de oldu.

SESSİZ DEVRİM

Bakım vermeyerek, kasten yangın çıkararak veya amacı dışında kullanarak tarihe ve ecdada ihanet içinde olanların devri geçti.

Dünya çapında potansiyel ana aktör olma hüviyetini taşıyan bizler için beklenen günlerin temel taşları döşenmeye başlandı. Tam 20 senedir sessiz bir devrim gerçekleşmekte.

Yurt içinde Vakıflar Genel Müdürlüğü ve AK Partili belediyeler, yurt dışında TİKA sayısız tarihî eseri restore etti ve yeniden kullanıma açarak halkımızla buluşturdu.

Hangi birini saysam ki… Budapeşte’deki Gül Baba Türbesi hâlâ gözlerimin önünde.

Yıkık dökük bir türbe ayağa kaldırılırken aslında şaha kalkan, ceddimizle olan manevi bağımızdır.

Bu açıdan bakıldığında yapılan hizmetin değeri paha biçilmez. Son 20 sene içinde binlerce tarihî esere bu şekilde can suyu olundu sessiz ve gönülden katkılarla

Zaten derin işlerde gürültü, şatafat, gösteriş ve reklam olmazdı.

KASIMPAŞA’DA 99 YILLIK HASRET SON BULUYOR

Hâl böyleyken bu güzellikler bilinsin isterim.

Manevi kalkınma ve ihya faaliyetleri kapsamında bendenizi heyecanlandıran muhteşem bir gelişme söz konusu.

İstanbul’un üçüncü Mevlevihanesi olan Kasımpaşa Mevlevihanesi, sekiz senelik emek sonrasında 11 Mayıs’ta yeniden kapılarını açacak.

 

Foto22323

Osmanlı medeniyetinde insan yetiştiren irfan ocakları arasında yer alan Mevlevihane, 1925’ten sonra kimsesiz ve metruk hâle gelmiş, 1979 yılında ihmalden çıkan yangın ile tamamen yanarak kül olmuştu.

Şimdi küllerinden yeniden doğdu.

Mevlevihane’nin restore edilmiş hâlini yerinde görüp inceledim, tek kelimeyle her şey harikuladeydi.

Mevlevihane’nin kurucu temsilcisi ve Semazenbaşı Abdurrahman Tevruz Beyefendi ile detaylı bir söyleşi gerçekleştirdim.

13 yaşında sema icra etmeye başlamış olan ve Mevlevihane’nin yan sokağında doğup büyümüş, hikâyesi mekânın hikâyesiyle paralel ilerleyen Semazenbaşı Abdurrahman Hocaefendi düşüncelerini şu cümlelerle ifade etti: “Bir medeniyetin toplumu oluşturması için sosyal, ekonomik, psikolojik birçok neden vardır. Bunlardan en önemlisi manevi olmasıdır. Manevi yani mananın akması deriz biz, Mevlevi ıstılahında veya şimdiki tabirle terminolojisinde. Tıpkı bir doktorun tıp konuştuğunda bizim anlayamayacağımız gibi. Eğer o konuyla iştigal etmediysek, mesai harcamadıysak, okumadıysak, okuluna gitmediysek gibi. Bu yüzden de bizim ıstılahımızda mana esastır. Mana olmadan hiçbir hizmet, hiçbir iş yapılamaz. Siz manaya tabi olur, onun için beklerseniz; size o hizmet yaptırılır. Bu, bizde çok büyük esastır. Büyüklerimizden de böyle gelmiştir. Manevi büyüklerimiz bu toplumu oluşturmada çok büyük rol oynamıştır. Hatta Hz. Ali’ye (r.a.) de ithaf edilen bir söz vardır; “Bir mekânın şerefi orada bulunanlarla olur.” İşte Kasımpaşa Mevlevihanesi’ne bu zatlar gelmese ya da Eyüp Sultan (r.a) Hazretleri teşrif etmeseydi İstanbul’a, “canım İstanbul” şiirleri nasıl yazılacaktı acaba? Kasımpaşa Mevlevihanesi de böyle bir medeniyetin dönüm noktasıdır. Etrafında Tennure Sokak yani Mevlevi terminolojisinde olan sokakları barındırmıştır. Evliya Çelebi Caddesi, Bahriye Caddesi ve Piyale Paşa vardır. Bakınız, manevi önderlerle de iş tutan sultanların ve manevi sultanların beraberliği ile; iki manada da sultan olanların hizmetleriyle bugüne gelinmiştir. İşte biz bu medeniyetin takipçileri ve emanetçisi olarak; bunları devam ettirmek de bu manaya hizmet etmek olduğu için bu mana yolculuğunda, bu manaya hizmet edenlerle el ele olmaya ve devam etmeye azmettik, ceht ettik, gayretimizi bu yönde sarf ettik. Ve Allah (c.c.) nefes verdiği sürece de sarf edeceğiz. Bu açıdan bu eserlere sahip çıkmak, yaşatmak ve bizden sonraki nesillere de kavuşturmak hayli önem arz etmektedir. Bizim için de önemden ziyade bir sorumluluk, bir görevdir.”

Foto1 E D E

Bu sözler üzerine şu hususu vurgulamak isterim. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün fedakârlıkları ve hizmetleri nedeniyle İnsan ve İrfan Vakfı’na tahsis ettiği Mevlevihane’nin en faydalı bir şekilde kullanılacağına, ihya edileceğine eminim.

Yazıyı dua ve temenni ile bitirelim.

Mevlevihane, milletimiz için hayırlı olsun.

Bu ocaklar kıyamete kadar yaşasın, yaşatılsın, dolsun taşsın...